ODTÜ’de Sabahlar
Sabahın erken bir saatinde otuz dört, otuz beş sene
öncesinde olduğu gibi parmaklarımın arasında bir çay bardağı, (parmaklarımın
arasında… Yok yok şaka sigarayı bıraktım-birinci sigaram yok artık.)
dudaklarımda bir türkü ve ODTÜ bir ağacın altı.
Değişen hiç bir şey yok değil mi hocam?
Yok sabahın körü aynı tas aynı hamam. Aynı koşuşturmaca
birazdan ders var. Geç kalmışlığın koşuşturmaları yine aynı. Bizim olmasa da
birazdan ders başladıktan hemen sonra daha aceleci olacak koşuşturmalar.
ODTÜ Kampüs
Anıların orta göbeğinde kalıveriyorsun ağaçların altında.
Tünediğin sandalyeyi gıcırtılı çeviriverip arkasına boynunu dayayıp sorasım
geliyor bazı sabahlar Deniz’e erken uyanmanın mı, geceden kurduğun bir sorunun
mu cevabını bulamadın?
Denizden ses çıkmayacak yine biliyorum. Oğuz uyanamamış daha
uyanırsa ilgilenecek bizimle. Çay sırasına girip kesme şeker kutusunun içinde
getirecek çayları.
Soğuk ağaçların, otların kırağısı beyaz bir pus üzerlerinde.
Mimarlığın havuzunda o zaman olmayan şimdi bir sürü
kaplumbağa, önce ona uğranıyor servisten inince. Ekmek arası patates kızartması
da orada. Ders çıkışı yeniden uğranıyor. Nasılsınız HOCAM? Tam lafın en güzel
anlatıldığı yere denk gelir bu soru. Sağolun hocam siz nasılsınız?
Lafa geri dönüp anlatmaya başlamadan tekrar bakıp bir baş
hareketiyle vedalaşıyorsun eski alışkanlık. Nerede kalmıştık?
Evet hayatın neresinde kalmıştık?
Boş verilmişliğinin ağlarına takılıp ara sıra kurtulup sanki
suyuna düşecekmiş gibi çırpıntılı bir hareketle bir baksak geçmişe.
Bir sabah soğuğunda bir sıcak çaya ne dersiniz? Dudağınıza
yıllar öncesinin bir türküsünü yerleştirip.
Ağaçların altında kırağıları bozan adımlarla gezinmeye…
Yağmurun Çağrısı
Öyle kedi gibi, kedinin yaptığı gibi gündüz duvar
diplerinden sinsi sinsi sürünürcesine bakmadığın zaman yürüyüp baktığında durup
seninle ilgilenmiyor duruşunu takınmış damla damla yağan yağmur akşam
karanlığına sığınıp bütün yırtıcılığını ortaya çıkartıp bütün ciyaklamasıyla
yağıyor. Camın dışından öyle tıkırdayıp dışarıya çağırıyor ki yağmurluğumu
kapıp çıkıyorum.
Yağmurluğun içine biraz Ankara kaçıyor yine. Yağmurun o
kıyıda köşede yaşanamayan o tıkırtılı, çoşkulu havasını yakaladığında sokağın
atlayıp zıplayarak geçtiğin kısmından ayakkabının içine biraz su kaçsa da
yazdan bu yana beklediğin yağmuru bir çöl sakini gibi kutlayarak dolaşmak
istedim. Otur evinde ne işin var yağmurda dışarıda.
Kalbim o yağmurun kulağıma vurduğu gibi tıkırdayıp ter
içinde, nefes nefese kalıp zar zor ölümün kıyısından dönünce hayatı, hayatın
içinde Ankara’yı dibine kadar olmasa bile yaşamak, yaşayamadım pişmanlığını
azaltmak uğruna böyle küçük soğuk belki, belki ıslak haydi hop çağırınca, cama
tıklatıp gel gel deyiverince dayanılmıyor işte. Bakmayın öyle şeyler
söylediğime yağmuru ıslak gözlüklerin ardında bile gözleyip, yağmurun o
kokusunu biraz alıp, biraz da sokaktan geçen araçların fışkıyelerinden
koruyabildin mi kendini bayağı da zevkli oluyor dolaşmak. Fışkıye dilime
yerleşti, nereden yerleştiğini de az çok biliyorsunuz. Sokağın bu ıslaklığının
en darbe alanları sokak hayvanları. İbilin iti ile Zibilin kedisi ıslaklıkla
iyice ufalmış ıslanmış bir kuytudan sizin de onlara benzeme zamanınızın
geldiğini düşünüyor olabilirler, bakıyorlar. Yaprakların toplanıp hadi bakalım
diyecek yağmuru bulmaları da kışa az kala zamanlarda olduğumuzun bir
göstergesi.
Gece size dışarıda yaşadıklarınızın seslerini getirirken
yatağın içine daha üşürmüşcesine büzülerek giriyorsunuz. Sabaha daha çok var.
Uzun, kısa her nasıl olursa olsun yolculuğun başladığı
zamanlardan bir süre sonra. Bir mola yerinde belki, belki bir başka yerleşim
yerinde.
Gökyüzüne baktığınızda nasıl değiştiğini fark edersiniz.
O bıraktığınız yerin gökyüzü değildir, farklıdır.
Uzak Filmi Ayrılık
Oysa matematiğiniz, fiziğiniz tüm öğrendiklerinizle
bilirsiniz ki ne kadar yer değiştirirseniz değiştirin ay hariç gökyüzünde ki
yıldızların yerini, yıldızları değiştirecek kadar uzaklaşamamışsınızdır
bıraktığınız yerden.
Ayrılıklar kavuşmalara götürse ile ayrılıktır.
Gözleriniz ayrılığın hüznüne o gözlüğün ardından
bakmaktadır.
Sevdiklerinizden ayrılıyorsanız. Bıraktığınız her şey
döndüğünüz de siz fark etmemiş olsanız bile değişecekse. Ve giderken
bıraktıklarınızdan bazıları döndüğünüzde orada olmayabilirlerse.
Giderken size el sallayan herkese, her şeye dikkatli bakın,
içten ve derinden el sallayıp vedalaşın.
Gökyüzüne baktığınızda size daha yakın, daha tanıdık bir
gökyüzü gibi gelecektir o uzakta ki gökyüzü.
Ve ayrılıkları bugün yaşayanlar .Hepinize güle güle,
arkanızdan su döküyoruz.
Bekleyebileceğimiz kadar sizi bekleyeceğiz.
Hepinize, hepimize gülegüle…
Biliyor musunuz?
Her ayrılık bir gün biter.
Bitmeyen ayrılık çoktur diyebilirsiniz.
Bütün ayrılıklar biter.
İnancınız ne olursa olsun. Bitiş nasıl olursa olsun biter…
Ayrılık iki şeyin birbirinden kopup uzaklaştığı duruma ve
sonrasına denir.
Ayrılık
Bu iki şey yeniden bir araya gelirlerse ayrılık biter.
Aşk, sevgi ve duygusal bütün ayrılıkların böyle bitmesi
istenir. Şarkılarda, şiirlerde, mektuplarda ki bu ayrılıkların böyle bitmesi
dilenir. Doğrudur katılırım bende… İsterim…
Bu ayrılıkların ötesinde de ayrılıklar vardır. Fikir ve ruh
ayrılıkları. Bunlar nasıl biter? Fikir ayrılığı karşındakinin de bir fikre
sahip olacağı, sen beğenmesen de onun bir fikrinin var olduğu, bu fikri senin
için doğru, yanlış savunmasının hakkı olduğunu kabul ettiğin anda fikir
ayrılığı biter. Artık sadece kişiler tarafından savunulan fikirler kalır.
Ruh ayrılığı da buna benzer. Kabul edilemez tavırları
vardır. Sen bu tavırlara karşı çıkarak hem ruh hem fikir ayrılığı yaratırsın,
yaratır. Bu tavırların onun olduğunu kabul edip, o tavırlarla ilgili yaptırım
hakkın olmadığını düşündüğün anda ruh ayrılığı da biter.
Ayrılmışsın. Unutamamışsın. Unuttuğun anda ayrılık biter..
Unutmamışsın. Artık yolda görsen, sesini duysan o olduğunu bilemiyorsun. Bitmiş
ayrılık sen farkında değilsin.
Kavuşursun.
4
Ya da kızın döner. Ağzın kulaklarına varır. Ayrılık biter.
Çaresizlik
Öyle güm diye lafa girilmez ama.
Bu konuya nasıl başlanır bulamadım.
İnsan hayatının kara deliklerindendir. Yalnız insan demek de
belki yanlış. Canlı dediğimiz her varlık için böyledir diyelim.
Bir Afrika antilop ‘unun aslana veya sırtlana kaptırdığı
yavrusunun parçalanışını gördüğün de çıkardığı seste ki duygudur.
Çaresizlik…
Çaresizlik
Ölüm karşısında hakikaten çaresiziz. O anda Afrika antilop’ unun
çıkardığı seslere benzer sesler çıkartıp, onun gibi ortalıkta bilincimizi
kaybetmiş bir şekil de dolanırız.
Sağlıkla ilgili yaşadığımız çaresizliklerin de çoğu buna
benzer.
Bunlar çaresiz çaresizliklerdir. Bunların insan hayatın da
var olduğu da ortada.
Yaşadığımız sosyal ve psikolojik ilişkilerdeki
çaresizlikler. O çaresizlikler gerçek mi? Yoksa çareleri varda bizim o andaki
ruhsal ve matematiksel çıkmazlarımız mı sonucu çaresizliğe götürüyor.
Başka bir söylemle aslında beynimiz de veya düşünce tarzımız
da matematiksel bir hata yapıyoruz da sonuç çözümsüz mü çıkıyor?
Matematik diliyle işlem hatası mı yapıyoruz? 5
Hayatımız da yaşadığımız çaresizliklerin bir dolusunun böyle
olduğunu sanıyorum.
Hele yalnızlığınızın ortağı yoksa?
Ya da yalnızlığınızı paylaşmayı akıl edemediyseniz.
Çaresizliğinizin çaresizliği orada başlıyor. Yoksa böyle biri.
Yoksa paylaşacak bir kimse?
Olmaz mı?.. Okuyabiliyorsanız, eliniz kalem tutup
yazabiliyorsanız, konuşabiliyorsanız iki kelime de olsa. Anlattığınızı
dinleyecek, sizinle her şeyi olmasa bile zamanı paylaşabilecek bir dolu insan
bulabilirsiniz.
Olur mu derseniz?
Siz yapmaz mısınız..? diye sorarım.
Siz yaparsınız da başkaları niye yapmasın?
Dünya ya bir de bu açıdan bakın.
Hatalarınızın belki de en büyüğü uçurumun kenarından
Dünya’yı seyretmektir. Oradan bakmayın artık. Uçurumun dibine de bakmayın…
Biraz geri çekilin gökyüzüne bakın bir süre. Sırf o kadar
yıldız bile bize yalnız olamayacağımızı anlatmıyor mu?
Çok kalabalık mı geldi.
Bir Akşam Üstü
Hava çok çok ağırdı. Yağmur, kar yağsa rüzgar çok kuvvetli
esse bu havayı kaldırmazdı. Güneş yorulmuş, kendi köşesine kaybolmak üzere
dağların ardına geçmiş, günün ilerleyen saatlerinde elinde kalan son malını
satıp tezgahını kapatacak pazarcı gibi aldığına veriyordu sanki ışıklarını.
Akşam Üstü
Yeni uyanmıştı. Gün biterken başlıyordu günü. Dün geceden
kalma artı kuruduğunu alenen beyan edercesine çatırdayan ekmeğin arasına biraz
peynir koydu. Isırdı çatırtıyla. Radyoyu açtı. Evi dolduracak takati kalmamış
bir ses cızırtıyla karışık bir müzik çalmaya başladı. Giyindi acele etmeden.
Ağır ağır. Tadını çıkara çıkara güneşi batırdı. Odanın karanlığını kırmak için
lambayı açtı. Biraz daha oyalanmak istercesine evin içinde dolandı. Etrafı
topladı. Kanepeyi düzeltti.
Yağmur yağarmıydı dönerken. Yağabilir. Şemsiyesini aradı…
Bulamadı. Yağmurluğunu aldı koluna. Işığı kapattı. Karanlıkta gözünü ışığa
alıştırıp eve bir daha baktı.
Çıktı aktı İstanbul sokaklarına.
İlk bahar gelmişti. Şehir eve koşuyordu.
Hep acelesi varmış gibi koşardı. Uzaklarda bir vapur sesi
duydu o yoğun trafik gürültüsünün arasında.
Denizin kıyısına gitmeli diye düşündü. Rüzgar çıkmalı.
Dalgalar kıyıya vurmalı. Rüzgar denizi getirip adamın gırtlağına dayamalı.
Gece geliyordu. İstanbul evine koşuyordu.
Derler yaa…
Düşünüyorum…
Güneş ışıklarının yakıcı sıcaklığından saklanacak karanlık
yerler aradığım günlerin birinde ayrılığın sıcaklığını yaşadığım saatlerdi.
Gecesi bile terden yaşanmıyordu.
Küçük bir öykü yaşanıyordu sanki. Baş ucumda senin gölgen
vardı. Nefretle, özlemin bitiştiği yerde duruyordu. Çok yıllar. Çok on yıllar
geçse bile o anın sıcaklığı yakıyor nedense.
Kulağımda halâ o aynı müzik.
ayrılık ve zaman
Gidişin yeşil orman manzarasında güneşli bir günde olsa da
sende biliyorsun ki o fırtına epey hasar verdi. Her fırtına, kasırga gibi bir
kadın adı taşıyordu.
Çünkü ayrılıkta sevdaya dahil idi…
Artık adının bir anlamı kalmadı. En yıkıcı fırtına bile
söktüğü ağaçları alıp götürürdü. Yine ağaçlar yeşerdi büyüdü. Asırlık ağaçlar
oldu.
O gecelerden kalan hisler yakıyorsa bu zamanda da…
Ayrılığın vahşi bir tadı vardı. Ondandır.
Uzak bir telefonda ağlayan yağmur yaşanıyordu. Yaşandı.
Bu duyguya güle güle diyemedim.
Diyemiyorum işte…
Ayrılığın Adı Ne?
Ayrılığın adını ne koydun bilmiyorum. Büyük bir ihtimalle
sen de unutmuşsundur. Ayrılığı, belki beni de.
Rüzgarların seni anlattığı, seni özlemekten yorulduğum,
adını her şeye koyduğum, sensizliğin olmadığı bir dünya ya kahrettiğim günler
geri de kalsa da bazen her şey bana seni hatırlatıyor. Düşünüyorum. Yalan hem
de külliyen. Sen aklıma gelince düşünemiyorum.
özlemek
Biliyorsun. Ya da hatırlarmısın? Düşlerim de yaşıyordun
orada kaldın.
8
Sen adını her ne koyduysam düşlerimden hiç çıkmadın. Bazen
Peter Pan, Casper , Minik Penguen, Mickey Mouse oldun hayallerim de. Olur ya
bazen Mobidik.
Yoksun epeydir.
Şiirlerimin köşelerine saklanıp bakmıyorsun artık eskisi
kadar.
Büyüdük mü ne?
Büyüdün mü?
Ayrılığın adını ne koydun bilmiyorum.
Şiir yazıyorum sana diye için de sen yoksun gibi.
Kızılca kıyamet kopmuş umurunda mı?
Ben seni özlemedim, kedi özledi. Sevdiğim bir şarkının
sözleri. Konu bu değil. Ben yapmadım o yaptı. Ben gitmedi o gitti. Benden
değil, ondan.
Klasik suçlu savunması, sorgulanmasa bile yediği haltı
başkasının üstüne atma metodu. Sanki kimse anlamamış gibi. Politikacılara bir
bakın. Sözlerine bir bakın bu kalıplarda kurdukları cümlelere. Politikacılar
öyle de biz bireyler olarak farklımıyız. Bizi yönetenlerden farklımıyız?
zaman
Onların farlı olmasını nasıl bekleriz? Seviyoruz böyle
diyenleri. İnanıyoruz, doğrusunu bilsek de.
Sonra sanki hesap soracakmış gibi davranıyoruz. Sorgularmış
gibi yapıyoruz.
Gibi yapıyoruz… Gibi, gibi de yapıyoruz.
Yapacağız da…
En iyi ilaç gelecek yine içeceğiz: zaman.
Zaman her şeyi unutturacak. Yutturdukları ile kalacağız.
Saatin geldi mi hayatım suyunu getireyim mi? 9
Getirme. Ben susuz yuttum, her zaman ki gibi.
Ankara’ya Sonbahar Geldi
Epeydir bu şehirde yaşadığımdan artık içime yerleşmiş
biliyorum.
Ankara sonbahar geldi mi başkent filan olduğunu
unutup bir yeni yetme genç kız edasıyla kırıtmaya göz kırpmaya başlayıp adamın
aklını başından alıyor.
Bu havasına güzel desen değil… Bu havayı kim sever dersen
bence kimse sevmez. Gri, kirli, mat, hastalıklı burunlu, virüs dolu bir hava
ama olsun.
ankara’da sonbahar
Ankara’lı bu havayı özlüyor. Bunu yaşamayı özlüyor.
Gözlerinden biliyorum, burnunu çeke çeke bu havayı bekliyor.
Ankara’yı yaşayıp şimdi Ankara’da yaşamayan birilerine
sorsam ne der acaba?
Ayhan’a sorsam? Ayla’ya sorsam? Feridun’a…
Sana sorsam ne dersin?
Sonbahar geldi. Yüreğin doğanın aksine daha hızlı ve sert mi
atıyor? Hafızanda Sonbaharın doluluğu diğer mevsimlere göre daha mı fazla?
Rüzgarın getirdiği yağmurların camına her tıkladığında bir
başka sokağın köşesinde ki anıyı mı yakalıyorsun?
Korkuta korkuta, titrete titrete yağmaya başlayacak olan
yağmurda yine de cesaretle ıslanmaya mı çıkacaksın? Hazırlığın bu mu?
Biber mi kuruttun? Yooo…
Turşu mu kurdun? Yooo…
Hani kışa hazırım diyordun?
Yüreğin mi hazır?
Evet Ankara yüreğini hazırlamış kışı bekliyor. Bu bekleme
ise Ankara’lıyı bir başka yaşatıyor. O kadar kıvır kıvır bir davet ki
bu.Sonbahar Ankara’yı da, Ankara’lıyı da bir başka yapıyor.
Seni Unutacağım Hadi Güle Güle
Kapıdan girdiğinde her zamankinden farklıydı suratı, daha
çok gülümsüyordu suratı ama gülmüyormuş gibi. Yemek yerken biraz durgundu.
Hanımı hissetmiş şimdi sorup olayı köpürtmeyeyim diye susuyordu. Konuştu. Şu
kızın düğünü için hazırladığımız listenin başlangıcı var mıydı sende? Liste
vardı olmaz mıydı? Hanımı öyle dedi. Oda olurdu öteki yoksa.
Oturup saatlerce liste ile uğraştılar. Bu sefer başkaydı.
Düğün sırasında yer yoktu masraf çoktu adam azaltmaya çalışırlarken bu defa listede
adamları çoğaltmaya çalışıyorlardı. Hani şu sivilceli oğlan vardı ya adı neydi
onu da yazdın mı? Diyordu her seferinde her ismin yanında. Kasap bilmem kimin
gelinini de yazdın mı? Aman herif sen onu nereden bileceksin o bizim günden sen
tanımazsın diyalogları da olmuyor değildi. Böyle giderse bir haftayı bulurdu
liste hazırlamak. Neyin listesiydi?
Doktora gitmişti. Önce yavaş yavaş sonra hızlanarak her şeyi
olmasa da hayatının çok büyük bir bölümünü unutacaktı. Neyi unutacağını
kendinde seçemediğinden işine ne yarar ne yaramaz demeyip büyük bir gurup artık
hayatından çıkacak hiç yaşanmamış olacaktı en azından onun için. Sadece onun
hatırladığı başka hatırlayanın olmadığı mesela büyük teyzesinin mezarı gibi
yerler onun düğününde altına kaçıp annesinin dayağı ile üstünü değiştirip eski
elbiseleriyle düğün fotoğraflarında yer alması gibi olaylar onun hafızasının
büyük bölümüyle beraber ortadan kaybolacaktı. Neden olduğunu değil ama ne
olduğunu biliyordu. Bileğine şimdiden evin, kızın telefonları evin adresi
yazılı bir bileklik
Bir hikaye gibi geldi size değil mi? Seni unutacağım hadi
size güle güle partilerinin listesinde sizde olabilirsiniz. O listeye girip o
partiye çağrılmadan dostlarınızı arayın.
Bu hastalıklar artık çok yaygın ve hastaların çoğu liste
hazırlamaya vakit bulamadan hastalanıyor. Bu arada sizin listeniz hazır mı?
Eski Dost Ankara
Arasıra büyüdüğünüz mahalle veya semt hadi biraz daha
ileriye gidelim kentin boğazına sarılıp sizin elinizden aldıklarını geri
istemek gibi bir duyguya girip, kentinizle arayı bozmaya kalkarmısınız?
Ben bu eski dostumla, arasıra dost demeye de dilim varmıyor
ama bu eski birlikteliğimin boşanmış ama çocuk yüzünden iletişimi devam eden
eşi gibi gördüğüm ama ara sıra diyorum bakın değişik bir şey olarak sakın
düşünmeyin bu kentle böyle ağız dalaşı yaparım, yetmez kavgaya da girerim. Oda
yetmez isterse beni kaldırımlarında sürükletir, yetmez dövdürür, kafam iyi iken
eve geldiğimde laf yiyip azarlanmamı da kapının dışından dikizler bilirim.
Ankara Kuğulu Park
Bu şehir benimle yıllarca dost olmuş, her şeyimi bilir. Beni
tanır hem de en eski dostlarımdan iyice. Koynunda bilinmedik ne yorganların
altında beraber ne işler çevirdik, kirli, gizli kapaklı, bilir namussuz ne
zaman, nasıl, elimdekinin nasıl kapılacağını bilir. Utanmazlığım dediğimin
nemenem bir şey olduğunu o bilir. O dik başlılığımı hiç kimse bile yokken sırf
o şahit diye unutup boyun eğmezliğimi, gecelerin en derin yalvarmalarında dön
diyemememin onun yüzünden olduğunu. Kırık gözlük camlarının ardında erkekler
ağlamaz şarkısını kulağıma fısıldarken nasıl ağladığımı, Olur böyle şeyler diye
bana sessizliği ile anlatırken her şeyi, olmuyor olmuyor şarkısını meyhanenin
pikabına yerleştirenin o olduğunu bilmiyor gibi davranışımı da o biliyor.
Saklayıp herkesten çağırdığımız ruhların boyunu dudak boyu
olarak ayarlayan da o dur.Tuttuğum elin, elimi yaktığını eve kadar
hissettirmeyen, olmadık gecelerde üşütüp kırk derece ateşte hasta olduğumu
aşkıma benzeterek karın yağmasını seyrederken kafayı bulduran, ardından
ağladığım her kaybımda bekle az sonra dönecek diyerek beni aldatan da odur.
Bazı günler iyi geçiniriz, kulağıma o özlediğim şarkıları
fısıldar, gül bahçesinde otururken o serin ama hatıra dolu rüzgarını ensemden
yavaşca bırakan da odur. Kar başlarken lambalarını yavaş yavaş kısıp camdan
seyredilmez gel dışarı dolaşalım diyen de odur.
Gençliğimin en güzel anlarında yan yana yürürken daha hiçbir
duygumu bile açamadığımın elini tutmam için beni dolduruşa getirip, elimin
akşam anlayacağım yanığının sebebi de odur. Yağmurun ıslatmayacağı fikriyle
beni dolduruşa getirip bütün gün elele dolaşmamıza kışkırtıp sırıl sıklam
ıslandığımı eve dönüp kazağımı çıkarttığımda ağırlığımın birkaç mislinin o
kazakta kaldığını gördüğümde, sabah sabah nasıl aşk sözleri söylenir, söylemek
için gece nasıl özlenir, özlemek için o ayrılırken bakan gözlerin aşk dolu
olduğu konusunda beni ikna eden de o dur.
Yahu bir gece de rahat bırak da uyuyayım dediğim gecelerde
hiç yoktan artık bitmiş, üzeri küllenmiş, kabullenilmiş kayıpları aklıma
düşürüp bir gram uykuya beni satışları onun boğazına sarılmam yeterli olabilir
diye düşünüyorum. Sadece bu neden olmadığını anlamışsınızdır herhalde. Sırdaş
bir dostunuzun bazen size nasıl ağır geldiğini düşünün benim ne hissettiğimi
anlarsınız. Yine her nasılsa camı çalıp duruyor kar mı başlıyor ne? Gitsem mi?
Hatırlar mısın?
Şimdi kış kar altında yazıyorum. Gece soğuktu. Eski
zamanlarım olsa sigara içmeye balkona çıkar o soğuğu ciğerlerime doldururdum.
Gece bir ara çıkıp dolaştım ayak seslerimin karda çıkardığı seslere taktım
kafayı o seslerle müzik yapmayı denedim. Olmadı kafamda başka bir şarkı vardı.
O şarkı daha baskın çıktı. Yazın ilk günleriydi, baharın sonları mı dense daha
doğru bilmiyorum. Ama masanın üstünde çağla vardı. Tuz vardı yanında gazete
kağıdından koparılmış küçük bir köşeye dökülmüş. Sen hiçbir şeyi sorgulamak
sorgulatmak niyetinde değildin ağzından köpükler saçarak, çağladan bir ısırık
alıyor. Ara sıra çokça görmediğim o çirkefçe tavrını takıp bana kendinin bile
inanmadığı bir kurgu ile ayrılığın gerekçelerini anlatıyordun.Ben doldurulmuş
olduğunun inancındaydım. Dün gece kimleydin? Hayır, doldurmamıştı seni hiç
kimse, çağladan bir ısırıkla duymadığın o kini anlatıyordun. Hava bunaltmıyordu
daha sıcaktı, sen terlemiştin, ağlamamak için kendini zor tutuyor olman
lazımdı, ağlamıyordun. Bu günlerde olsa sorardım bu neyin kafası? Diye. O kadar
hırçın olabileceğini düşünmediğim için korkmuştum sen gençtin ben senin kadar
olmasam ne yazar ikimizde çocuktuk. Senin göğüslerin anlattığından hızlı inip
kalkıyordu. Yeni yeni olgunlaşan giydiğin gömleğin altından belli belirsiz
tümseklenen göğüslerin. Ne vermiştik ki bir birimize maddi değeri çok yüksek,
hiçbir şey. Manevi değerinin bu gün klasik, antika değerinin çok fazla olduğunu
hissederek yüksek olduğunu söyleyebilirim. Çok yüksek. Ve hayatın anlatılmayan,
öğrenilen derslerinden birindeydik. İkimizin de sınavı kötü geçmişti. Okuldan
atılıyorduk. Hayat okulunda daha sonraları aynı sınıfı tekrarlayacaktık. Aynı
sınıflarda aynı kişilerle olmasak bile. O gün olmadı. Yağmur yağdı mı ertesi
günlerde hatırlamıyorum. Olmadı ikimizde o gün ağlamadık bir daha el ele
tutuşmadık. Tuttuk ellerimizi daha sonra bir kalabalığın ortasında tokalaşmak
için son karşılaşmamızdı. Ama gözyaşlarımızı bir birimiz için bile çok akıttık
diye düşünüyorum. Ben çok gözyaşı döktüm.
Ayık, sarhoş, sıcakta, soğukta, yağmurlu, karlı günlerde,
yaz, kış, ayaz, deniz kıyısında, Ankara‘da. Boş ver saysam ne olur? Ne değeri
var artık? Erzurum desem, Elazığ desem ne işim var benim orada, oralarda benle
ne ilgisi var mı diyeceksin? Gitmiştin işte, öyle bitirilecek gibi olmadığı bir
anda gitmiştin, bitirmiştin. Evli değildik, ayrılık için başka şeylere gerek
yoktu. Kapıyı çarpıp gitmek yeterdi. Çarptın gittin. O şarkı bir yerlerde
çaldığında seni hatırlamazdım. Ama aklıma şimdi geldi. Hatırlar mısın? Bilmem.
Yıllar geçti üstünden.
Bu gece bize gel
Hava soğuk karardı. Kar ara sıra küçük küçük kendini
gösteriyor yağmur damlaları arasında. Bu gece bize uğra. Ellerin donduğunda,
burnun kızardığında. O saatte evde olup seni bekliyor olacağım.
Biliyorum sen sokak sokak eski alırım dercesine köşelerde ki
anılarını toplayacaksın sepetine. Unuttuklarını bulup, unutulmuşluklarını
olması gereken yerlere kovalayacaksın dudağında ki o serseri eski ıslığınla.
Penceresinin önünde çayını koymuş, senin geçmeni bekleyen biri var mı
yakalanması gereken onu arayacaksın. Yok gözler artık eskisi gibi değil
diyeceksin.
Kar mı? Umurunda değil soğuğu biliyorum. Senin burnunu
kızartacak olsa da soğuk umurunda olmayacak. Bir çaya bekliyorum dedim ya. Ne
topladığını görmek istiyorum yürekten. Hangi hatıraların ip uçlarını
bulabildin? Hangi gözyaşlarının ıslağını omuzlarında tekrar hissedebildiğini?
Kırık anıların hangi parçalarını bulup yerine koyabildin? Yüzünü görmek
isterdim dönüşünde. Artık bu ilk karda dışarıda dolaştığında daha çok acı
topluyorsun gibi geliyor bana. Daha yorulmuş, daha bir sessiz oluyorsun.Ve
artık bazı anılar ne kadar güzel olurlarsa olsunlar sana acı veriyorlar. Bir
dolusunu da bulamıyorsun artık.
Yine de dönüşte uğra. Şekerin yüksekse şekersiz bir ıhlamur
ikram edebilirim çay yerine. Kalbin teklerse bir dil altı veririm biraz
soluklanırsın. Burnun kızarmış nefes nefese uğrarsın beş dakika da olsa. Işığı
söndürmüş, camın arkasından karın yağışını seyrederek seni bekliyor olacağım.
Kapıyı yavaşca tıkla her zaman olduğu gibi.
Bildiğin Gibi
Bulutlar dolu, gözlerinde de indirdi indirecek. Puslanıyor
hava, gözleri. Onca yılın özlemi, kahvenin arkasına saklanıyor yıllar. Masanın
üstüne bir yaprak iniyor öyle sakin sallanarak her nedense havanın gerginliğini
içine almamış, hiç dert etmeden ortada ki elektriği. Sesi unutulmuş, yüzüne
yılların sayısından daha çok yoğun kırılmışlıklarının izi yerleşmiş gibi.
Oturduğumuz yerin küçüklüğü, sadece bizim bile kalabalık
yapıyor olmamız demek. Bu kadar sessizlik yeter mi? Yetmiyor o yüzden konuşmayı
masaya daha getirmiyorlar. Gelmiyor ne kadar ısmarlasak da. O da biliyor
söylemese de yalnızlık insan oğluna yazılmış bir ilaçtır. Tadı bazı zamanlar
içilemeyecek kadar acı olsa da saati geldiğinde şişenin kapağı açılır ve
avucunuzun içine bir adet düşer. Su ile içmeyi akıl edemediğiniz zaman bile
dilinizin üzerinden erken geçmesi için, acılığını tatmamaya özen göstererek
hızlıca yutarsınız. Neyi, ne zaman, nasıl iyi edeceğini kutusunun üzerine
yazmamışlardır. Günün hangi saatinde, aç tok, rakı üstü, altı da belirsiz.
Yanına ne alırsın? Çoğu belirsiz ama ne olmasa gider.
Konuşulacak o kadar şey varmış gibi ama ne gözlerine ne de dudaklarına hangi
sorunun önce sorulması ile ilgili bir karar inmediği için kararsızlığını
piyango topu gibi çevirip duruyor. Bir kafa işaretiyle soruyor? Üniversite
giriş sınavı kitapçığı gibi içinde onlarca yılın bütün soruları var. Nasılsın?
Ne yaptın? Nerelerdeydin? Nasıl geçirdin bunca zamanı? Birlikte tanıdıklarımız
ne yapıyor? Ailen nasıl? Hepsi sağ mı? Beni hiç düşündün mü? Özledin mi? Bana
soru soracak mısın? Bazı şeyleri atlasam olur mu? Gecelerinde hiç aklına geldim
mi? Değiştin mi? Nasıl? Neden? Ne hatırlıyorsun? Neleri unuttuğunu ben mi
hatırlatacağım? Ne dinliyorsun? O eski şarkılarda ne buluyorsun? Beni hiç merak
ettin mi? Hiç eskisi gibi yazdın mı? Yazarken ara sıra kafanı kaldırıp eskisi
gibi beni nasıl anlatacağını tasarladın mı? Resim yaptın mı? Yaptığın da gezdiğimiz
yerleri çok çizdin mi? Dolaştığımız yerleri dolaştın mı bensiz? Bensiz dolaşmak
nasıldı? Göz yaşların oldu mu? Beni unuttun mu? Ne zaman? Ne zaman? Ne zaman?
Devam ediyor dakikalarca sorular dudaksız. Gözlerinin içine saklanmışcasına.
Bütün sorularına uzun bir cevap veriyorum. Konuşmadan
dudağımı bükerek. Bildiğin gibi.
Nasılsın?
Nasılsın öyle mi? O sorunun ne sorduğunu sende sorarken
bilmiyor olmalısın. O masa çizgisine, kahve fincanının ardına sakladığın
gözlerinin içinde ne olduğunu çözmeye çalışıyorum. O sorunun cevabını
düşünüyorum. Neredeyse kırk yılın hesabını dökmem lazım sana, ama katlayıp bir
garson hesabı gibi kağıdı üzerine sadece ’’bildiğin gibi‘’ yazarım. Sende ne
verirsen ardından üstü kalsın der gidersin. Ha ufak bir döküm istersen masanın
üzerinde kalanlara bir bakalım dersen. Ne şarkılar dinledim çok içinde hiç
birisinin içinde adın geçmiyordu.
‘’Mary Ann‘’ dinlenmesi ile olmasa da dinleme şekliyle seni
başkalarına hatırlatıyordu. ‘’I love to Love‘’ senin unuttuğun bir şarkıydı. Ne
güzel müzikler, yağmurlar, Botanik te bile yaşanan bir dolu karlar, kaldırımlar
onlar değiştirdi ben yürüdüm, sokaklar kaçıncı asfaltlandılar ben yine geçtim,
sinemalar içlerinde ‘’Love Story’’ si olan olmayan bir dolu filmle, rüyalar,
koşmalar, bir dolu seyahat içinde hiç senin gitmediğin binlerce yer olan,
otogarlar, garlar, tren vagonlarının buğulanmış camlarının dışında sana
benzeyen yürüyenler, bavullar içinde sana ait, seni hatırlatan bir şey olmasa
da, sokak lambaları, bekleyişler senin durağında değil, yalnızlıklar,
sarhoşluğa götüren, gidemediğim, gittiğim içkiler, mektuplar senin yazmadığın
senden gelmeyen, sana yazılmış, sana yazılmamış şiirler, kazaklar lacivert,
kırmızı, desenli, beyaz, siyah, mezarlar, balıklar akvaryumda, denizde,
tabağımda, ağaçlar, çiçekli, kurumuş, yaprakları filizlenen, dökülen
yaprakları, heykeller, giyinik, soyunuk, soyut, somut, denizler senin ayağını
soktuğun, sokmadığın, girilen, girilemeyecek soğuk, kıyısında içilen gece
yarıları içine düşülen, gökyüzü burçlarını karıştırdığım, karıştırmadan
gösterebildiğim yıldızları olan, kuyruklu yıldızı olan,dürbünle baktığım,
fotoğraflar boynuz yapılmış kafalara, dil çıkarılmış, yerlere uzanılmış,
kollara girilmiş, gözlere bakılmış, gece yarılarına kadar çalışılmış dersler,
yasal, yasadışı işler, çizilmiş resimler, karalanmış karikatürler, özlenmiş ,
unutulmuş, aranmış sevgililer,dost, arkadaş, akrabalar sağ ölü, görmüyorum, o
kimdi, seni görse mutlu olur, dün telefonlaştık, face’de arasıra tıklaşıyoruz.
Sen nasılsın?
Yine de Cok Acıyor
“Gözlerini kapa ve gittiğin yerden korkma kızım.”
Bu cümle neden kurulduğunu bilmeseniz bile insanın yüreğini
burkmaya yetiyor. Dört yaşında kanser hastası kızının dördüncü son evre de
artık çok acıyor olması son an son cümle dört yaşında birine sonsuza dek nasıl
elveda denebilir hele bir baba. Baba bu cümleyi kuruyor kurmuş.
Bir dolu kelime bulunabilir lanet olsun çok kötü bir durum
bu çok kötü bir hastalık bu böyle deniyor. Böyle bir çocuğun babası olmak
durumu da.
Okuduktan sonra öylece epey bir zaman hiçbir şey yapamaz
halde kalınıyor kaldım.
Yumruk atamaz bir şeyleri kıramaz bir şeylere isyan edemez
her nasılsa bir şey yapamazlık hali orada.
Öyle olur. Yüreğinize, göğüs kafesinize sığdıramazsınız
sığmaz aklınıza yüreğinize bastıra bastıra sokamazsınız dışarıda kaldıkça orada
durdukça nefesinizi keser beyninize baskı yapar düşünceleriniz ezilir parça
parça ayak baş parmağınıza kadar ağrılar bilmediğiniz sızılar kanayan binlerce
yer varmışçasına bütün vücudunuz sizden araklanıyor çalınıyormuş olur öyle
kalırsınız işte ondan.
Bu nasıl her ne ise lanet nalet hastalık yaş baş bütün her
şeyin hikayeleri bozuyor içine ediveriyor. Sonunda bir an önce nasıl olursa
noktayı bir an önce görüp bir daha oraya dönmemeyi tercih eder oluyorsunuz.
Bir tek şey kalıyor aklınızda o çok çabuk geçsin çabuk
bitsin bir an önce ne kadar acırsa o kadar çabuk diyerek okuduğunuz o haberden.
“ Gözlerini kapa ve gittiğin yerden korkma kızım”.
Yine de çok acıyor olmalı acıtıyor.
Bazı zamanlar bir durumu yazarken kendi duygularımı ölçü
olarak alıyor bundan daha derin yaralara dokunup kanatacağımı düşünmüyorum bu
benim yetersizliğim eksikliğim. Öyle anlar oluyor ki bunun da tarifi yok
nereden geliyorsa bir rüzgar ortalığı dağıtıveriyor. Genç sırası gelmemiş
diyelim kayıplar daha büyük yaralar açıp bırakıyor. Acınızın büyüklüğü
konusunda en büyük demekten başka bir şey
Bilmiyorum . Tüm erken ölenlerin anısına.
Dünya Dönüyormuş. Dönüversin!
Nereden çıktı birden öyle şaşkın bir karşılaşma yine
birinden ses olup bir şarkı olup öyle düşünülmemiş bir anda aniden gelip yana
şöyle bakmadan kafayı döndürmeden orada olmasa bile oradaymış gibi.
Dünya dönüyormuş. Dönüversin ne var?
Bir şarkının içine kaçmak mı? Kaçıvermiş olmak mı? Hep aynı
numara o olmasa hiç olmamış gibi ayakları yakan bir kumsala alıp götüren.
Omuzda sızıyla ağlayan bir ayrılığı anlatan dans. Eller
avuçlarda binlerce alevli yangında.
Binlerce şehir daha var bu şehir akşam olana dek ondan
sonrası cendere vurulup yerde yatıvermek öylece bir başka güne kadar güneşe
kadar belki daha sonrası simitçi geçsin görülmemiş gündüzlerden olsun öyle
kalsın senin gibi yapayalnız uzanıversin yanına duygusuz anılardan vaz geçip.
Kuraklık sonrası artık işe yaramaz bir damla olup o da
gözlerde öylece kalınıp güzelim yılların her biri bir başka gülümseme ile
hayalinde. Elinde bir avuç yalnızlık kalmış o danstan avucun cayır cayır o
yüzden anlatacağın öylesine küçük bir öykü milyonlarca kelime bir tek sese
sığma telaşında.
Genç bir sesle dublaj gibi yağmur yağar gibi yapıyor ortalık
simsiyah ruhlar sıkışmış göğüslerde bir değirmen olmuş öğütüp duruyor her şeyi
hep az sonra az sonra beklentisinde kalınmış orada yaşanır olunmuşluk.
Sonra bir ayrılık yine böyle bir gün yine deniz yok menekşe
hiç yok dalga sesi o da hepsi şarkılarda kalmış bir son kendine iyi bak bakışı.
Uyuyamayınca Çok Şeyler Oluyor
Melekler Şehri filminde vardı. Dr. En sonunda çocuğun uyku
uyuyamadığını buluyordu bir anda seviniyordu. Çocukta sıkıntı uyku
uyuyamamasıydı apnesi vardı her halde uyuyamıyordu.
Geceleri gündüz de olabilir iyi bir uyku çekmek uyumak işte
her gün olması lazım hem sağlık hem huzur için gerekli. Bazı insanların öğlen
sonrası bir iki saat filan siesta türü bir uyku yüzünden uyudukları için
başarılı olduklarını da duymuşluğum var.
Uyuyamayınca.
Uyuyamayınca çok şeyler oluyor öyle az buz değil insanın
dengesi bozuluyor denge kalmıyor kelimelerde hep eksik harfler heceler
cümlelerde kelimeler eksik.
Uyku derin olacak üstelik. Beyin tavşan uykusunu tavşanda
kabul ediyor yoksa derin uyuyacaksın.
Beyin dalgaların yavaşlayacak kütüphanesi düzeltilecek
düzenlenecek yerleştirilecek kasların yerçekimine göre sağlama alıp beyinle bir
sürü ilişkisini durduracak irtibatının çoğunu kesecek.
Uyunmuyor.
Gözlerde binlerce ton göz kapaklarını aşağıya çekiyor. Kafa
düştü düşecek. Bir sinek bir böcek gibi her neyse nasıl bir kımıltıysa o insanı
uyutmuyor sabahı sabah ettiriyor.
Dışarıda ki yağmurun damlalarını sayar buluyorsun kendini.
Adamın Biri
Adamın biri Şimdi nerede ne zaman ne için söylemiş de ben
sonra duymuşum ben ne zaman duymuşum aklımın bir köşesine oturmuş kalmış nerede
ne zaman pek değil hiç bilmiyorum hatırlamıyorum bile belki hani kafaların
karıştığı bir an bir zaman da duymuş olabilirim. Adamın biri “ben güzel
hakkıyla seven aşık olan insanları severim “ demiş benim de bu çok hoşuma
gitmişti.
O lafı duyduktan hemen sonra mı sonra mı çok sonra mı o da
karışık sevilecek adamlar listesinin sevilen adamlar listesinin başlarına bir
dolu aşık aşk hikayesi olan dinlediğim yaşadığına tanık olduğum olduğunu
duyduğum aşık aşk yaşamış dibine kadar yaşamış diye düşündüğüm insanları
listelerken mi biri aklıma gelmiş dinlerken mi bir şarkısını anısını bir
hikayesini bir yerlerde bir şeyleri okurken mi aklıma dibine kadar aşk yaşayan
bunu da söylediği şarkıların içine yaşantısına bir katkı maddesi değil esas
madde olarak koyabilen bir adam gelmişti. Gelir her zaman.
“Kadınım” şarkısını düşünün sonra onun sesinden
dinlediğinizde düşünün eşyaların nasıl hangisinde toplandığına hayalinizde. “
Öyle sarhoş olsam ki” de ki dilekler daha bir başka gerçek daha net değil mi
sözlerinden. Tanju Okan size öyle gelmez mi gelmedi mi gelmiyor muydu?
Şu anda bile.
Ya “Hasret”.
İnsanı alıp başka yerlere tam o yere o zamana o ana.
Kasvetli ağır çok ağır günlerin ağırlığından olmalı değil
desem bile belki ondan.
Adamın biri haklı galiba. Sonradan çentiklenen gün Kategori Yaşam
Kapı çalıyor sen geliyorsun. Senin geleceğini neredeyse
hepimiz biliyoruz. Ama sen nasıl bir şeysin, adından başka kimsin bilmiyoruz.
Giriyorsun içeri bir anıt gibi karşımda öyle tanımlıyordum daha sonra.
Tanımadan kimseyi tanıştırıldın hepimizle, benimle. Gözlerin, bakışların
durmadan bakmadan geçiyorsun, hayır dönüp bakıyorsun. Elimi sıktıktan çok sonra
bakıyorsun. Kalabalığın ortasında bir kaç saniyelik bir yalnızlığı yok ediş bakışı,
sonra gözlerimiz yine eski yalnızlıklarına geri dönüyorlar. Ne çok kalabalıktık
senin için.20
Yaz sonuydu. Okullar açılıyordu. Yazın yaşanacak olan yaz
aşkları ya yaşanmış ya da yaşanmadan bitmişti. Telefondaki sesinden farklıydı
sesin. Bakışlar soru işaretleri dolu bir kamyonetin kasasındakini dökercesine
doldurulmuş bir halde meydanın köşelerine çarparcasına dolaşıyordu. Biliyorum
sesin sahibini arıyorsun. Ama hangisini? Üstümde ne olacağını söylemiş miydim?
Hayır söylememiştim. O konuşmalara hiç dahil olmamış, konuyu seni, neden
geldiğini bilmeyen bir dolu insanında olduğu kalabalığın arasından arıyordun.
Bu öyküyü bu gün anlatırken bile o günün öyle yaşanmasına sebep olan orada
yaşayanlarla olayların içinde yer alanlarla konuştuğumda o gün ne olduğunu
bilen yok. Sende hatırlamıyorsundur. O gün nasıl bir gündü. Takvimin
yapraklarına zemheri soğuğu diye yazıldığı gibi yazılacak mıydı? Uzak bir
telefonda seninle o gece konuşurken bile o günün ikimizi nasıl çentiklediğini
biz onu çentiklemeden çok önce yaptığını bilemeyecektik. Yoktu o günlerde bugün
kullandığım kelimelerin bir çoğu. Yaşadıklarımın bir dolusunun ismini bile
bilmiyordum. Bir dolusunu ilk yaşıyordum. Bir dolu duygunun adını bilsem de ne
menem bir yürek ağrısıydı bilemezdim. Bilmiyordum zaten. O çentiğini sonradan
çizdiğimiz günü, bir daha kimseye, senle bana bile beraberce anlatmadığımızı o
yüzden savaş gazileri anısı gibi detayların nasıl yok olup bir kördüğüm bile
olabilir anlatımlarda.
Ama güzel bir yola çıkıp, bir yola gitmek istiyorduk o gün.
Niyet böyleydi. Uzaklara bakıyorduk seninle. Beraber yürümeye niyetlendik.
Birazı bile seninle yürünse yeterdi. Öyle de oldu.
Gözyaşı
Değerlidir yaşadıklarımız, yaşamadıklarımız, umutlarımız,
bizim olan her şey, bize hediye edilmiş, bize ait, bizimle olan her şey.
Değerlidir gözyaşlarımız. Bize aittir. Bizi terk eden o ıslaklık değil,
vücudumuzun onu üretmek için verdiği gayrettir.
Yitirilen yakınlar, kişiler, olaylar büyük, küçük can yakıcı
iç acıtıcı, gidenin ardından döner dönmeze indirgenmiş duygularıyla. Bunca
yaşıma geldim, ağladığım olayların hemen hepsini hatırlarım neredeyse.
Gözyaşı
Gözyaşı gözlerden akmaya başladığında yüreğin hafızanın bir
bıçakla iyi bir çentiklenecek derecede derin
yarıklar açılması demek oluyor. Unutulması ağladığınıza bağlı olmasa da
ağladığınızda kesin kayıt altına alınıyor ne yaşandıysa. Unuttum. Hayır efendim
unutmadım, kalbime hafızama çentik attığın o günü. Hafızamız balık
hafızasıymış, onca olayı ağladığımız halde unutmuşuz. Düşünün kendinizi yokla,
annenin kucağına kaçacak kadar korktuğun o bebeklik canavarlarını dahi
hatırlarsın. Gözyaşlarını hatırla diyorum. Benim için döktüklerini de içine
kat. Ölümleri çıkart demiyorum içinden. Onların da, ayrılıkların da
gözyaşlarının sahibi olduğu gerçektir, eski kelimelerden biriyle aşikardır.
Ayrılık denilince sevda gelir önce akla. Şairin dediği
doğrudur, ayrılık da sevdaya dairdir. Ayrılık kapıya gelince de bitmez sevda.
Biten, bitiren taraf ayrılık kapıya gelmeden çok önce yola çıkmış gitmiştir
bile. Ayrılık sevdayı o ana kadar omuzlayanın sırtındadır yine de. Ve aynı şair
ayrılığın vahşi tadı vardır derken o gözyaşlarının biberden acı yakıcılığın
tadının vahşiliğini de anlatır. Ne kadar karabiberlidir gözyaşları, bir
şarkının içine karışmış bol soğanlı o ezgiden yaşlanmıştı değil mi gözlerin?
Öyle değildi tabii. Her şeyi unutmaya niyetliydim. Sildim
her şeyi, ne olduysa, ne varsa, hepsini, elimde avucumda kafamda ne varsa.
Dedim ya aramızda ne olduysa, dilime gelen, gelmeyen, aklıma gelen, gelmeyen
her şeyi unutulanlar dosyasına paketleyip denize atmıştım. Atmaya niyetliydim
diyelim. Sen de yoktun…
Olan tam o sırada olmadı zaten. Silinmiş satırların üzerine
yeni yazılar yazılmaya bile başlanmıştı. Kitapların satırları arasına karışmış
bir iki döküntü hatırlatma sinyalini görmüyor görmemezlikten geliyordum tam.
Şiirlerin seni hatırlatan kısımlarının sesini kısıyordum, başarmış gibiydim. O
şarkıların içinde senin olmadığın ama seni hatırlatan o yeni eski sen varken
olmayan sen varken olduğu halde senin içinde olmadığın şarkıların yaptığı yok
mu? O şarkılar ne zaman sen doldu? Ne zaman içine kaçtın o şarkıların? O şarkılar
senin yanına ne zaman uğradılar? Nasıl kandırdın onları seni anlatması için
bana? Anlamadım, anlasaydım ne olacaktı sanki o da başka bir dert.
Yıllarım, sensiz geçen, sensiz geçecek olan yıllarım bir
anda sen oldu, senin oldu, hayatımdan çıktığından daha derin geldin girdin
yaşantıma birde öylece kaldın, öylece de kalmadın büyüdün. Hadi sözlerinde
senin olduğun için anladığım, sen varmışsın sana söyleniyormuş, senin
söylediğini düşündürtenleri eyvallah ya dilini bilmediğim şarkılara ne oluyor?
Ne diyeyim bu şarkılara, ‘’ah bu şarkıların gözü kör olsun’’ mu? ‘’Kör olma da
gör beni’’ mi?
Sabah Kahvesi
Giriyorum içeri camın kıyısına yerleşiyorum, boş benden
başka kimse yok. Caddenin bir kısmı gözüküyor oturduğum yerden. Bir kahve
söylüyorum sütlü, bol şekerli ben öyle içerim bilirsin. Gazeteyi açıyorum.
Masaya yayıyorum gazeteyi. Bir koluma yatıyor gibi başımı alıyorum omzumla
pazuma, ne pazu vardır bende değil mi?. Öyle severim gazete okumayı, onu da
bilirsin.22
Gelip geçeni seyretmeye başlıyorum. Hava soğuk olmasa,
korkmasam ciğerlerimden dışarıda oturup bu şehri solumayı tercih ederdim. Soğuk
işte kimse suratını açmıyor. Hızlı bir koşuşturma, öyle de geçiyorlar. Hafiften
bir Edith Piaf nerede göremediğim yerlerden kulağıma gelen, gülümsüyorum. Öğlen
vaktine daha çok var. Kahve mi getiren kızcağız masada gazeteden bir yer
bulmaya çalışıyor elinden alıyorum, gazetenin üstüne koyuyorum. Onu da
biliyorsun severim gazetenin üstüne bir şeyler bırakmayı. Neyi, kimi yakalamayı
görmeyi düşünüyorum bilmeden dışarı bakmayı sürdürüyorum. Demis Rousos Edith
Piaf’ın yerine çalmaya başlıyor. Nereden bulup çalıyorlar bu kadar eski
şarkıları? Sormuyorum. Sordun mu nazar değer sen derdin diyeceğim ama sen
demezdin. Kim söylediyse aklımda kalmış söyleyen değil de söylediği. Bu şarkı
La Paloma, onu söyleyeni de bilmiyorum, peş peşe eskiye götürüyorlar,
taşıyorlar, gidiyorum. Kahvem soğumuş, kızcağız bakıyor bıraksam fincanı alacak
gözü üzerimde, soğuk içiyorum kahvemi yudum yudum ağırdan alarak. Soğuk severim
sen bilirsin. Kahvem bitiyor, gazetemi katlayıp koltuğumun altına alıyorum.
Parayı ödüyorum köşedeki küçük masaya gidip çıkıyorum. Öğlene daha çok var.
Havada soğuk .
Kahve Falı Bilir misin?
Ara sıra insanın başına gelir ya, öyle oldu kilitlendim
düşüncelere yazı yazmak içimden gelmez oldu. Bir eski şarkıya takılıp
geleceksin gibi geliyor, gelmezsin, gelemezsin. Nilüfer yeni ortalıklarda,
Sezen Aksu ilk plaklarındaydı daha o sıralar. Steve Wonder bizim için yoktu,
Sedat ilk olarak “Pastime Paradise” den bahsedip bize dinlettiğinde sen çoktan
gitmiştin. Şimdi çok sever mi bilmem çok severdi o zamanlar. Sen gittiğinde
Caner daha gitar çalmıyordu, çalıyordu her halde o kadar iyi değildi. Epeydir
dinlemedim onlarca yıl oldu. Sen şarkılar fısıldardın, neşen yerindeydi, şimdi
nasıl bilemem. Denizatı aynı yerinde, sen, ben, biz, bizimkiler yok artık o
masalarda. “Bir çay lütfen.Yoo hayır bir kahve. İçinde kırk yıl hatırı
olanından” Asılmış bir okulun, çalınmış bir fişinde kaydı olanlarda yok. Az
sonra bir koşuda gidilecek Çankaya Sinemasında Cumartesi sabah 10.30 seansında
Love Story de oynuyor olamaz. Artık ne sinema, ne o seanslar kaldı. Dedim ya
yok olan o kadar şeyin içinden kahvem geliyor. İçinde kırk yılın hatırı var mı?
Biliyorum Belgin nice olayla birlikte bu durumu da çok güzel yorumlardı,
yorumlar. O günleri konuşma fırsatı bulsak bu masa da. Neleri konuşuyor olurduk
bu masanın çevresinde otursak. Bak ismin bile geçmedi. Seni konuşur muyduk? Ben
hariç birilerinin hafızasında bir anın takılmış, yaşanmışlıkların çok
kişiliğinin içinde ön sıralarda bir yer kapıp, senden çok sonraları ortaya
çıkan piyanist şantörlerin ooo kimlerde gelmiş, hoş geldiniz anonslarına benzer
tanışmışlığın, tanınmışlığın içinde ismin geçer miydi? Ben sormasam, ben
anmasam o durumlarda hafızalarda zorlanıp çıkarılabilir miydin? ‘’Killing me
softly’’ çalıyor seni çağırmak için senle o şarkıda dans etmiş miydik?
Bilmiyorum, hatırlamıyorum. Demis Rousous’un “Goodbye My Love” ın da
etmişliğimiz var diye hatırlıyorum. Boş ver kahve falı bilir misin? Ben falına
bakardım, el falına senin. Bilmezdim fal mal ama elini tutmak hoşuma giderdi.
Sensiz yıllarda çalıyor şimdi de. Yıllar sensiz miydi sanmıyorum. Sadece sen
yoktun o kadar. Lalalaa lala lalalaa lala. Gel falıma bak, eski tanıdıklardan
biriyle görüşecek miyiz? Seni anacak mıyız hafızaların ceplerinden çıkarıp.
“Seni özledim, öyle sevmiştim” şarkısını çalacaklar mı bir yerlerde. Bak
bakalım falıma…
Zor Olan Sabah
Uzun olur bazı geceler, değme lastiklere meydan okurcasına
uzar da uzar. Bir yerinden kopsa uyku gelse koparsa yırtsa olmadı
aydınlanıverse birden ortalık, unutulmuş bir aceleyle okunur gibi okunu verse
sabah. Birden başlasa. Kıyıyı dolduran dalgaların sesi, birden dursa dinlese
sabahı sonra yeniden hışırdasa. Cırcır böcekleri biz buradayız, bizde varız
diye seslenmeseler bir an. Sabah rüzgarı bir an değse tenime titreterek.
Bugünde sabah oldu, bu sabahı da gördün. Ve ben o sabahı o kadar görmek
istemesem, geceyi de zor bitirdik ama. Sabahı çoktan etmişiz. Ayaklarımda
şıpırdayan bir deniz. Kumsala uzanmışım. Kaçamak, gelip dokunup gidiyor.
Üşüyorum, iliklerime işlemiş ıslaklık. Ciğerlerim takır tıkır hırıl hırıl.
Genzim dolu. Yine bir sabahı ettik. Edebildik. Dedim ya geceler uzar diz boyunu
geçer, su alır ayakların şimdi olduğu gibi arada bir ıslak olduğunu bilirsin.
Her zaman ıslak olduğunu arada bir hatırlatır. Üşüyor ayaklarım. Lastik
çizmelerimin içine su kaçtığından bu yana üşür. Isınmaz olur. Isınmaz da.
Bitmeyen binlerce gecenin, olmayan binlerce sabahı olur. Sonra mutsuzluğuma
arkadaş. Isınmadı değil, vardır onunda ısınmışlığı elbet. Mutsuzluğa arkadaşlık
ettiğinde değil elbet. Gökyüzü daha yaza çok var diyor. Sabah rüzgarı artık eve
git sertliğinde. Parklarda sabahlardın ya eskiden. Parka temizlik için gelen
görevli seni görünce sertleşirdi, süpürgesini sert sert tozu daha da
kaldırırcasına daha bir sert yeri süpürürdü. Bir an önce senin olduğun yere gelebilmek
için baştan savma yapar işini sana yanaşınca titizlenirdi. Böyle olurdu bazı
sabahları zor olan gecelerin bitişi.
Bir Soğuk Sabah
Okulu astığında soğuk bir sabahın kucağında bulurdun kendini,
saklanması güç değildi. Değil di ama saklanamazdın. Okulun müdürü, müdür
yardımcıları, öğretmenler basarlardı yakında ki pastaneleri, kahveleri, pideci
bastıkları bile olurdu. Sabah okulu asmak için toplu gurup halinde yapılacak
bir şeyler içinse gurup kararıysa asmak muhakkak gurubun birliktelik için bir
fikri oluşurdu. Tehlikeliydi gurupla dolaşmak yakalanma riskini
fazlalaştırırdı. Ama yalnız yakalanmanın getireceği cezayı biraz hafifletir,
büyük bir ihtimalle hafifletmez ama bütün sınıf alınca daha az gibi olur, en
azından o hissi alırdın. Böyle zamanlarda eğer hava durumu biraz daha dayanılır
gibiyse, Botanik en güzel kaçılacak yerlerden biriydi.
Halkevleri lokali, kebap bilmem ne, pastaneler de vardı ama genel de öyle okulu
asanların ekonomisi de önlem alındığından mı neden bilinmez parasızlığa denk
gelirdi.25
Cimriliğime mi denk gelmişti, paraya mı sıkışıktım, yoksa
para harcamadan bir yerde olalım mı demiştik. Gül bahçesinin o arka çalı
benzeri topakların sakladığı yere uzanmış, montları yere sermiş yatmış
gökyüzüne bakıyorduk, kar öyle büyük yağıyordu, kar kaplamıştı üstümüzü. O
zamanlar taşınır herhangi bir müzik aleti var mıydı? Varsa da bizde yoktu o
sıralar. Ama bir müzik vardı, var mıydı ben mi yakıştırıyorum şimdilerde. Neydi
hatırlamıyorum. Çıkılamıyordu bile artık arabalarla Gül bahçesine bile. Okullar
öyle kar yağdı diye kolay tatil olmazdı. Zincirli birkaç aracın geçişleri
duyuluyordu uzaklardan. Gökyüzü biraz abartayım bende el gibi lapa lapa kar
indiriyordu. Üşümüyor muyduk? Bence unutmuştuk o anlarda üşümeyi, ya da
unutacak kadar ısıtıyorduk birbirimizi. Love Story’nin o karda yaşanan
sahnelerine benzer bir kar vardı. Mistik bir yerinde kalmışım. Ankara’nın
kar yağan günleri öyle üşütmezdi dememin sebebi bundandır. Aynı soğuklarla daha
sonra karşılaştığımda artık üşüyordum ve cep kanyağı katılmış bol şekerli
çaylar ısıtıyordu. Kar öğlen saatlerinde, akşam saatlerinde de yağardı.
Ya Sen Ol
Gece yatıyorum, olmuyor, dönüyorum yine olmuyor, kalkıyorum.
Bu öyküyü yeniden tekrar yazmam lazım, bir yerine giriyorsun yakışmıyor
bozuluyor her tarafı. Başından itibaren silmem lazım seni. İçinde sen olmayan
yeni yepyeni, taa en başından ilk harfinden yazılmalı belki o zaman düzelir.
Ankara sert, kışı aşk yapar insanı, olamadın mı
zatürre. Sokakları ışıl ışıl hiç olmaz öyle karanlığına saklanıp, bu öykünün
içine kaçmayacak bir yer bulabilirsin kendine. Zaten uzaktan şöyle senelerce
uzaktan görüldüğün kadarıyla varsın. O genç, çoşkulu, savaşabilir, seke seke
koşarcasına yürüyen senden ne kalmıştır. Yılların sana verdiği hiç yük yok mu
dur? Yok mudur? Elinde anahtarı sallayarak omzuna attığın eşofman ceketi ve
makyajsız suratla caddede boş vermişle dolaşmışlığın. Yemiyorum da nereden geldi
bu kilolar, artık kafama takmıyorum, diplerin boyası da gelmiş saçlarımın
beyazların çokluğunu da görüyorsun değil mi sohbetine takılmışlığın yok mudur
hiç yakınlarda? Eskiden öğlene kalktım mı başıma ağrılar girerdi, şimdi sabahın
körünü boş ver gecenin karanlığında uyku bitiveriyor, dikelmiyeyim erken erken
yatakta bir o yana bir bu yana biraz daha diyorum ama zırt kalkıyorum diye
anlatmıyor musun acaba hastane randevusuna giderken kapı komşuna bir merdiven
başı sohbetinde. Bozulmuş dengeler bir kere yazsam seni öyküye onlarca sene
öncesinde ki gibi, sen yoksun. Seni yazsam şimdi olduğun gibi bilmiyorum ya
kafamda hani yeni moda eskitme yarattığım seni o zamanda öykü yok. Ankara işte
böyle, terk edip gidecek halin yok gitmezsin. Eskiden seviyordun ama şimdi onun
sevgisi de bitti mi onu da bilemem. Buradaysan diye hava sert, kuytusunda
kalıver şimdilik. Adı senin hikayen olsun ama içinde sen olma. Bak beni
anlatmış de, ya da hiç deme beni anlatmış diye sen seni anlattığımı biliyormuş
gibi yap. İçinde sen olmasan da. Seke seke koşarcasına yürüyen yaşlı bir
şarkısı ol istersen öykünün, ya da yükünü almış bir başka şarkı ol gencecik.
İkindiyin Saat Beşte
Müziğin peşinden koşmayı epeydir bırakmış olan kulağınız
tanıdık bir tınının çağırması ile bir vitrinin önüne bakmadan çakılır kalır.
İçeriden gelen kısık şarkının sizi yıllar öncesine, taa yıllar öncesine
taşımasıdır. ODTÜ spor salonu az önce bir doluluğu daha bitirmiş boşalmıştır.
Sigaranın yasak olmadığı hiçbir yerde yasak olmadığı yıllardır. İçenleri bile
rahatsız eden kalabalığın nefesinin de verdiği rahatsızlıktan biraz nefes almak
amacıyla geceye açılmış bir camın yanında durup, ağaçların serin hışırtısına
kendini bıraktığında kulağında artık olmayan ama gecenin sesleri kafanda yer
etmiştir. Az önce tebrik ettiğin Derya (Köroğlu) ve Selim (Atakan) , Yeni
Türkü gurubunun diğer arkadaşları sana ne, nasıl bir hediye
verdiklerini bilememektedirler o sıralar. Büyük bir ihtimalle “Costa Brava”ydı
diye düşünürüm o günü hatırladığımda söylemelerini istediğim şarkı, söylediler
de diye hatırlıyorum ama ben konser sonrası o seyirciyle söylenmiş “Nikola” ve
“Karalar bastı koğuşu ikindiyin saat beşte” nakaratına takılmıştım.
Yıllar boyu gökyüzünün rehin alındığı, gün ışığının veresiye bile verilmediği,
direnmenin ve yaşamanın bile acı verdiği, sessizliğin içinden duyulmaması
gereken, istemediğin seslerin geldiği anlarda bile mırıldanır “ikindiyin saat
beşte” mırıldanmaz dudakların bile oynamadığı anlarda beynin söyler. Sen
dinlersin. Geceler boyu anlatılan sohbeti bile acı veren gece gibi gündüzlerin,
gecelerin, bilmediğin ışıltısını gökyüzünün zamanlarının anılarıydı
dinlediklerim. Karaların bastığı koğuşlar, baş gardiyanın ismi Rıza olmuş
olmamış önemli değil. Sardunya veya sen, arkadaşın daha tabanları düzelmemiş, O
gün var, dün vardı bugün de var. Yüreğinin, yüreği olanın acısı. Neredeyse kırk
yıl olmuş “Sardunya’ya Ağıt“la tanışalı.
Vitrin önü çakılma sebebim yine o “karalar bastı koğuşu”
Serenad Bağcan başka bir tını, başka bir heyecan Fazıl Say ustalığı işin
içinde. Takılıp kalıyorsun vitrin önünde şarkıyı tekrar çalarlar mı? Gidip
gidip geldiğin bir vitrin oluyor. Şarkıyı aldığın cebinde olduğunu bildiğin
halde yeniden mi?
Yeni Türkü Sardunyaya Ağıt Dinle
Düş Kurmak
Düş kurmak, kurabilmek, kurabilecek durumda olmak,
kurabilecek duyguların içinde olabilmek ne güzel bir duygudur.
Umut taşıyabilmek demektir düş kurabilmek. Yapabilecek olabilmek,
gidebilecek, gidebilecek durumda olabilme demektir. Düşler olabilecek bir şeyin
hayalidir. Eğer düş kurabiliyorsanız, düşünebiliyorsanız bu gün olmasa da
olabilecek bir şey demektir. Aydan dünyayı seyretmek, düşlerimin içinde
olanlardan biri. Seyreder miyim bilmiyorum. Büyük bir ihtimalle olmayacak bir
şey şimdilik ama bir gün birileri ayda oturup dünyayı seyredecekler. Beynin
çalışabilmesi gerekiyor. Biraz düzgün belki de
Yeni öğrendim bilmiyordum, Şarkıların arasına anılar
saklanıyormuş. O yüzden hafıza kaybı yaşayanları müzik dinleterek
tedavi etmeye çalışıyorlarmış. Notaların arasına saklanmış bir gülümseme, bir
iç çekiş, bir el sallayış notaların arasında, bir kavuşma, bir bakış re nin
arkasında bir saklanış fa ile mi nin arasından bir bakış, la ile si nin
arasında bir kavuşma sarılması. Bir çocukluk hatırasının “biz tam yedi cüceyiz”
şarkısının arasından size doğru koşarak çıktığını bir düşleyin.
Düş kurmak ne güzel değil mi?
Gözlerini Kapatamazsın
Bu şehir bir başkadır benim gözümde. Gözümde dediğimde
mecazen söylenmiş de değildir pek. Gözü kapalı dinlenmez. Sesleri karışıktır.
Sesini çok iyi bilmiyorsan, sokaktan geçenin hurdacı veya simitçi olduğunu pek
anlayamazsın, iyi bilmiyorsan nerde olduğunu vapur sesi de yoktur denizinin
kıyısının yankılandırdığı, caddeye, hangi caddeye uzak olduğunu da bilemezsin.
Korna öyle belli yerlerde tıkanıklık üzerine çalınmaz, beklenir bir zaman
açıldığında yol kızıldığı için çalınır önden üçüncü sence aklını bugün yanına
almamış arkadaşa, bu tarafı unutmuş polise selam olsun diye. O yüzden öyle pek
yerini anlayamazsın seslerden. Gözlerin açık Ankara daha çok
seyredilir, sisin içinden gelecek bir sürprizi beklersin örtüp perdeyi
oturamazsın camın kıyısında dinleyemezsin. Camı açıp bir de sağına soluna bakıp
arada öyle dinlersin Ankara’yı. Arka sokaktan geçenlerin
anlattıklarını çoğu zaman karşı apartmandan gelir sanırsın. İşten hep aynı saat
de dönersin öyle mi? Bazı zamanlar trafik vardı dersin 18.10, iyi geldik bugün
19.05. Kalabalık bir gündü bir de ıvır zıvır alayım eve öyle geleyim dedim,
kulağında telefon poşetleri boşaltırken, hava çok soğuk üşüdüm, boş boş
dolaştık doğru dürüst bir şeyde yok öyle vitrin baktık, poşetleri yere bırakıp
kapıyı açmaya çalışırken kulağında telefon hava soğuk dondum. Dedim ya
gözlerini kapatamazsın öyle kolay kolay, ışıkları azdır sokaklarımın öyle ışıl
ışıl olmaz, yetmez ne kadar ışıklandırsan da biter yorulur soluklaşır. Çukuruna
düşürüp öldürmüşlüğümüz vardır Orhan Veli’yi. Yağar, yağmur, kar, kuş pisliği
duraklarında, karbon monoksit ve daha bilmediğimiz bir dolu şey, adı konmamış.
Kafanı çıkartıp kapıdan çıkmadan, şemsiyeni açmadan, gökyüzüne bakarsın bugün
ne yağıyor diye. Bildik bir şey mi? Kıştır, yaz aşkları hiç olmadığından içinde
yaz çabuk geçer, İlk bahar hiç bitmez, Sonbahar hemen geliverir sonra köşeyi
döner, Kış yokuşunu sarıverir bağırtısıyla eski kamyonun gürültüsü ortalığı
sarar. Benim şehrimi28 gözleri kapalı dinleyemezsin. Bir mototren çığlığını
bilirsin sabahın olacağına dair bir çığlık eskilerde olan şimdi yok.
Işığı içine kaçmış
Yağmur suları sokağın iki kıyısından aşağı koşuyor. Önce
gökyüzünden bir koşu iniyorlar yere sonra bir koşu denizde bile bitmeyecek bir
yarış, bir dalga olup ayağımın altındaki kumu almaya çalışacak o zamanda. Sanki
ıslatmıyor gibi. Yüreğimin kapısının çalındığı anlarda ki gibiyim, ıslak.
Kapıyı çalıyorum. Uyanık gözlerin tavanda, duymuyorsun, açmıyorsun. Çalmıyorum
kapıyı, kapında değilim o an. Yüreğimin kapısında yağmurun dokunuşları var o
kadar. Her dakika yeni bir can öyle mi?
Köle Dilber’in satılırken bildiği bir şey vardır.
Satıldığını bilir (Sergüzeşt). Genlerinde vardır, insan oğlu alışkındır sever.
Boş ver. Yağmur damlalarının koşusunda ıslanmışlığımla, sabahın az öncesinde
bir çukurunda sokağın bileğime kadar battığımda, dudağımdaki ıslığın şarkısı
karıştığında inde pek iyi bir şeyler yokken ve ayak sesleri yağmurun
şırıltısında kaybolmuşken.
Uyandırmak için camın tıkırtıları en yüksek basamağına
çıktığında ve karanlık gürültüden kaçıp ortalık ışımadığında henüz. Uyandım.
Bir sır vereceğim dedi tıkırtılarla, gecenin en karanlığında daha vermedi
uyandım. Rüyanın yarısı kafamda yeniden sarıyor, yeni baştan başlayıp bu sefer
sonunu göreceğim. Günü kovalıyorum çabuk çabuk geçip yaralamadan hatırayı,
anıyı, rüyayı gitsin, bitsin diyorum. Zedelemeden her ne varsa çıkınımda bugün
bitsin. Işıksız, ışığının çoğu kaçmış bir gün sabahında. Düşünmek bile yorucu.
Satmıyorum, esir olmayacağım güne. O da bir köşeye sinip benim ortadan
kaybolmamı bekliyor. Bir sade kahve lütfen, falı güzel olanından. Gördün mü
balığı bak? Kısmetin var dercesine.
Bir Soru!
Sabahın köründen bu tarafa yağmur yağıyor. Sınav başlayalı
epey oldu, bir sessizlik, arada bir fısıltı, ayak seslerinin gürültüden
sakınışı, kitabımın derinlerine dalmışım dışarıda ıslanan seni görüyorum. Yoo
hayır sen değilsin. Sırılsıklam ıslanmış, ıslanmayı bilen, özlemişliği yaşayan
biri, sen değilsin.
Her yağmurun getirdiği her sessizliğin anlattığı bir hikaye
oluyor, gülümsüyorsun, sen değil sırılsıklam gülümsüyor. Çekirdek yerken
içinden sen çıkacaksın diye hep içlerine bakardım değil mi? Bir hikayemiz vardı
öyle değil mi? içinden sen çıkacaktın yıllar sonra bir gün bir çekirdeğin
içinden,29 Çekirdek olmazsa bir yağmur damlasında olacaktın, bir kar tanesine
binip kışın orta yerinde, bir kuru yaprağa tutunup bir sonbaharda, terimin bir
damlasıyla sırtımdan damlarken yaz sıcağında her nasılsa gelecektin ve ben eğer
seni bekliyorsam, unutmadıysam, aklıma geldiysen.
Çıkıyorum dışarı, direğin altında duran ıslanmışa bakıyorum
hiç de tanıdık değil. Sadece ıslanmayı seçmiş her nedense. Topuklarımı yere
dokundurmadan, sessizliği bozmadan yerime dönüyorum. Soluk soluğa olmasa da bir
yarış var salonlarda. Dışarıda bir yağmur. Ağaçların altlarında kuru yerlerine
saklanmış bir dolu anı. Sınavın ilk sorusunu biliyorum? Nasılsın? Bir tek sen
doğru yanıt veremiyorsun. Z şıkkı nasıl bir tercih? Yanlış işte. Yine kaldın.
Bir başka yağmura. Damlalarının içine saklanabileceğin bir başka yağmura. Bir
başka sınava, sessizliği bozmayacak sakınan adımlarla.
Bir Masal
Bir varmış, bir yokmuş. Bakma öyle, gülümsediğimi sorma?
Niye olduğunu bilmiyormuş gibi sorma yani. Kapıdan çıkacaksın, bir nefes
alacaksın derinden, önce sağa sonra sola bakacaksın, yürüyeceksin birkaç adım
sağa, duracaksın bir nefes daha alacaksın bu daha da derindi. Hızlı adımlarla
yürüyeceksin, köşeye gelince sağa döneceksin bitti. Artık değiştin.
Ben yoktum, yokum işte. Hani sensiz olmaz, sensiz yapamamlar
vardı ya, onlar işte köşeyi döndün bitti gitti. Gülümsedim, gördün. Sende
gülümsedin, hemen değil, köşeyi dönünce. İlk dışarı çıktığında nefes
alamayacağını zannettin baktın alıyorsun, inanamadın birkaç adım daha sonra
yine denedin bu sefer olmaz diyordun baktın nefes alıyorsun, o an hızlı
adımlarla yürüdün köşeyi döndün gülümsedin. Bir başka kan vardı damarlarında
hayatının tadı başkaydı, içinde ben yoktum yeni tat da, şekerliydi, tuzluydu
ama ben yoktum. Birazdan senin de dediğin gibi, ben de sensiz artık hayatımın
tadında senin de bir şeker, bir tuz olmadığın içinde bulunmadığın bir yeni
hayata, hani sen yokken henüz daha gelmeden önceki tadına dönecek. Isıtılıp
yeniden yenilen bir çorba gibi. Tadını dün akşamdan bilirsin ama dün içtiğin
çorbadan bir farkı vardır çözemezsin işte öyle bir tat. Sen bilmeden geldiğini
söylüyordun, bende bilmiyordum bundan başka bir tat olduğunu ağzım başka bir
tat, dudaklarım başka bir tat tanıdı. Şimdi unut. Bir an gelsin hatırlama,
yaşanmamış de, hayatın hiçbir patikasında beraber yürümemiş gibi. Sonra yeniden
büyü, yeniden yürü, yeniden öğren, yeniden oku, her şey yeniden olsun. Parmak
izin bile kalmamış olsun. Sonra, yıllar sonra, yüz yıl yarısı gibi bir zaman
sonra bir şarkının o az duyulmuş az dinlenilmiş bir şarkının arasından, bir
plağın çiziğinden çık gel, aynı gülümseme
olarak dudaklarıma. Dilimin ucunda bir tat, bir nefes kulağımın dibinde
fısıltılı ne dediğini sadece benim duyduğum. Bir masal. Gökten üç elma düşmüş,
hepsi benim başıma.
Son şarkı mı?
Bir derenin artık temizi kalmadı ama bir su akıntısının
yanında demek daha doğru ama bir derenin kıyısında kötü kokusunun bile doğanın
biriktirdiği bir koku olarak düşlediğiniz bir kenarda bir kuşun size ne anlattığını
dinlemeye kendinizi verdiğiniz bir anda ne anlatıyor olabilir size?
Ne kadar dünyayı kirlettiğinizi mi?
Artık kaybettiğiniz binlerce ağaçta kuramadığı yuvalarını,
artık yıktığınız onlarca kuş şehrini mi? Yoksa başladığında tertemiz olan bu su
akıntısının sizin hiçte büyük olmayan belki de sadece tembellikten nasıl
kirlenerek buraya geldiğini mi? Bunların hepsini size ne kadar işe yarayan
sivil toplum kuruluşları varsa onlar anlatıyor. Doğrusu sizin yapılması
gerekenleri yapacak olan devletin sizin adınıza bunca senedir kötüyü yaptığını
ama iyi bir şey yapmadığı yakınmanızı da dinleyebilir bir sustuğunda.
Ben bunları anlatmayacağım bunlar hep var olacakta. Ben bu
kuşların söylediği şarkıyı bu defa son kez olarak söylüyor olabilecekleri ve
benim onları son dinleyen olabileceğim gibi bir duygunun içime yerleşmiş
olması. Belki de benim artık burada olmayacağım olasılığı da var ama daha çok
artık onların burada olmayacakları olasılığı daha fazla. Suyun kıyısının bile
olmayacağı, göğün dibine kadar işgal edilmiş topraklar olacağı, papatyalarımı
kaybettiğim gibi, kır çiçeklerimin sadece çiçekçi vitrinlerinde büyük bir
olasılıkla ithal çiçekler olabileceğini bilmek. İçinde benim de yaşadığım
dünyamı nasıl kaybettiğimin şarkısı onların söyledikleri anlattıkları, içinde
benimde yaşadığım.
Şimdi ben yaşıyor muyum? Benim dünyam mı bu rezillik?
Üstünde uzandığım koklamak zahmetine bile katlanmadığım çiçeklerim nerede?
Müziklerini nasıl da alıp gittiler kuşlar? Ve böcekler niye susup korkmuş bir
şekilde saklanıyorlar? Dünya dönüyor öyle mi? O kadar emin değilim.
Okuyabilmek bir daha
Yağmur gece yarısı başlamıştı. Bardaktan boşanırcasına
derler yaa öyleydi. Ve ben bir kitabın yapraklarının arasına sığınmıştım yine.
Gök gürlüyordu. Elektrikler kesilecekti yine hep öyle olurdu. Kesildi. Kitabı
kıvırıp baş ucuma koyduğumda gecenin içine kaçan şimşeklerin ayak izlerinde
kalan gölgelerin tavanda oluşan şekillerine takılıyordum. Yağmur bardaktan
boşanırcasınaydı. Camlarda tıkır tıkır yürüyor, duyuyordum. Karanlık nefes bile
alamıyordu, ardı ardına şimşekler. Kalkıp perdeyi açıyorum. Islanmak istiyorum,
ıslanmak istiyordum o günde bu günde. Pencerenin kenarına oturup bir sigara
yakıyorum. Her nefes çekişimde camda kendimi görüyorum biraz kırmızımsı.
Damlalı desenli cam, bir şimşek daha içerisi aydınlanıyor. Gecenin seslerinin,
gürültüsünün en yükseği yakına düştü ışır ışımaz patlamıştı. Kitabıma döneceğim
gecenin sakinleşmesiyle, elektrikler gelince gürültü bitince, yağmur
çılgınlığını bıraktığında. Artık sigara içmiyorum, kitabımı da yarım
bıraktıracak şekilde elektrikler kesilmiyor, yağmur öyle çılgıncasına hiç
yağmıyor artık, şimşekler çakmıyor gece yarılarında, düzen değişti diye
düşünüyorum. Ben yine aynı kitabı okuyor olabilirim.
Özlemiş midir?
Bir kedi gibi sokuldu, yorganını daha bir sıkılaştırdı
ayağının altında, üşüyordu. Kalorifer cayır cayır yanıyordu oysa, ev sıcacıktı.
Ruhu soğuklardan geçiyordu. Uykuya vermişti kendi yine, yataktan çıkmak
istemiyor, kolunu bacağını bile bırak gözünü gün ışığı görsün, yakalasın
istemiyordu. Bir kitabı vardı baş ucunda oraya mı gitseydi. Kimsenin bilmediği,
gitse üç dört aydan önce kimsenin gözükmediği, yüreğinin saklandığı yerden daha
soğuk.
Saçlarını kestirmeyecekti, aslında kestirse iyi olurdu.
Şöyle üç numara filan. Amerikan tıraşı mesela önde bir tutam kalmışından. Hemen
anlarlardı, depresyon. Bu kızlar aynadan çok etraflarındaki alay
edilecek, gülünecek şeyleri arıyorlardı gözleriyle, biri kaçırsa öteki masanın
öteki köşesinden fısıltıyla söylermiş gibi elini ağzına kapatır çığlık çığlığa
bağırır. “Neoo, kız depresyon muuu? Saçlara ne oldu öyleeee?” . Keşke stadyumda
sorsaydın, az kişi duydu burada. Kestirmeyecekti . Kestirse hemen binlerce
soru.Konuşmak bile istemiyordu. Yorganın daha da altına kaçtı. Dışarıda yağmur
vardı. Gün ışığı da başka bir yorganın altına saklanmıştı. Camdan gelen tıkırtı
mı önceydi gözlerinden süzülenler mi? Hangisi önce başladı bilemedi. Kendisi
gümbürdedi, dışarısı hüngürdedi. Hangisi hangisini yaptı pek bilemedi.
Yağmur yağıyordu Ankara’ya yine onlarca yıl öncekiler gibi.
Bu sefer balkonda yağışı seyrediyordu. Elinde kahvesi. Yağmuru severdi.
Yağmurda onu. Son yudumu alıp, fincanı dolandırdı biraz kapattı tabağa çevirdi
içinden ne geçtiğini kendi de pek bilmeden öylesine. Kim bakacaktı? Girdi
içeri. Yağmur onu severdi. Çık dışarı, kucaklasın seni özlemiştir, ıslatsın sırılsıklam
iliklerine kadar özlemiştir seni. Özlemiş midir?
Akşama Uğra
Ankara kendini boş bıraktın mı sana bir dolu iş bulur.
Yaratır beş dakika boş bırakmaz sevimli kötü görünüşlü iyi patron gibi. “Akşama
doğru gel de yaparız bir şeyler, sen hele bir gel…”
Gitsek ne olur? Kafayı parlatırız biraz eskilerden birkaç
anı yarısını unutmuşum yeni baştan yüklenir kafaya. Gülünecek çok bir şey yok.
Gülmek için bir kaç içki perişanlığında arıza yapmış kafaların ürettikleri, dil
dolanmaları, anlatılırken içine kahkaha sokuşturulmuş, birkaç şarkı sözleri
güzel yüreği acıtıyor olması lazım, dallarının arasına takılan anıları kaçmış
birkaç şarkı sözler, hatırlanması gerekenleri çoktan unutulmuş. Eski meyhane
havası olsa plağın cızırtısında kalmış, dürten seni tamda burası hazırla
gırtlağını dercesine, yanık burası anlarsın ya masaya eğilecek kafa hüzünlü.
“Akşama doğru bir uğra bana” Bir arkadaş selamının her gün bir başkasıyla
rutinleştirilmiş bir akşama davet.
Sen olmasan da bir masanın kenarında oturulup anlatılacak
bir şeyler, sen etrafına bakınacaksın anlatılırken sanki bir şeyleri
kaçırıyorum duygusu içinde, dünya o kadar hızlı dönüyormuş ben neleri daha fark
etmiyorum? Bir şeyler gözden kaçıyor, bir seyler benden habersiz yanımdan
geçiyor ben fark etmiyorum duygusu. Bir masa kenarında bir ayak sürtmesi sıkıca
dünyanın dönüşünü durdurma gayretiyle, isteğiyle. Bir an durdu mu ne? “Akşama
doğru uğrarım. Akşam bir şeyler yaparız”
Hiç
Bir kelime düşün. İçine her bir şeyi koyabildiğin, binlerce
hikayenin, romanın içinde olduğu, yaşanmış yaşanmamış her hayatın, her
dakikanın içine sığdığı bir kelime, olumsuzluğun adıymış gibi içinde olmayan
yok. Hiç.
Ne düşünüyorsun? O kadar çok şey düşünüyorum ki o kadar
düşünecek çok şey var ki. Hiç. Hayırdır pek iyi gözükmüyorsun. Bir
şey mi oldu? O kadar çok şey oldu ki kabul ediyorum, etmiyorum, etsem mi
bilmiyorum, anlatılacak o kadar çok şey oldu ki. Hiç. Hiçbir şey olmadı. Yalan
söylemek için mi kullanılır? Sanmıyorum. Seni ilgilendirecek bir şey yok demek
de değildir. Arkasına saklanmaktır bir noktanın koca bir fil varken cebinizde.
Bir karıncanın üstüne binmiş gezinirken ovalarda, karşılaşmışken bir çekirge
sürüsüyle.
Hiçi yaşayıp bitirmiş, dişinizi karıştırırken, hiçe
başlarken bir meteor gibi az sonra bir ateş topu olmak için dalacakken
atmosfere. Koltuğun altına kaçan az önce kırdığınız vazo sonrası annenizin
sakladığı lastik topunuzu tamda bulup sevinip bir kere sektirmişken annenizin
ne aradığınızı sorduğunda söylediğiniz gibi. Gece neden gelmiyorsun? Ne işin
var? Gelsen iyi olurdu. Beklediğiniz en olumlu yanıttır. Gelmez. Yerine içi
doldurulan bir hiçlik anlatılmıştır, anlatılır size. Kocaman uzatılan kelimelerin
toplamı, içinde çok şey saklanabilen bir şey olmayan binlerce kelime. Yokluğu
anlatır, içinde varlığı saklayarak.
İyi bir güne
Masanın bir köşesine oturmuş seni bekliyorum. Bir müzik yeni
tanıdık gelmiyor kulağıma, tanışmamışız sevimli değil, sıkıcı olabilecek
çılgınlığı da yok. Yarışma şarkıcıları gırtlağında soluksuz bir tıkırtı, artık
klasikleşmiş söylenilişiyle cıstak derler ya öyle. Masanın üstünde kuş pisliği
geceden kalma, yanına fincanımı koyuyor sabah olmasından hiç hoşlanmaz hıncında
sert bakışmayan etrafta değerli çok şey var kaçırmayayım umursamazlığında
eleman. Gece daha kokusu alıp gitmemiş, sabahın gürültüsü daha alışılmamış.
Gazetemin sayfalarının arkasına saklanıyor şehir. Böyle birinin dudağında
gülümseme olarak gelsen diyorum nerede kaldın? Hani geçerken uğrasan masama bir
merhaba olsan, bana dostça bakan göz olsan, saçların sabun koksa yanımdan
geçsen irkilsem, baksam ardından kokun daha veda etmemişken masama, bir dilek
olsan öyle eli açılmış olarak gelmeyip içten dilenmiş dostça omza değen bir el
olsan, çıksan, gelsen. Gazetenin haberlerinde günün ışığını kesip sabahı
serinleten o gölgeli halimden alsan beni gece kurulmuş, dünden kalmış bir kısmı
da isteklere ışık yakan umutlara taşısan. Dedim ya gelsen bir gün olarak
güzelliğinin içinde hiç olmasa da az kötü olsa kabul edilir. Güzel bir gün
desem adına bahar kıvamında güzel bir gün. Gülümsesen birden karşımda dursan
kötünün çok da ulaşamadığı bir yerden gelsen. İyi bir gün mesela bu gün o
beklenen gün olsan.
Yalnızlığın izi
Hayatında en kolay yapılabilir zannettiğin şey yalnız
kalmaktır. Yalnızlığın çok kolay olduğunu düşünürsün. Kolay gelir, yaşanır
gelir, kapıdaymış hemen girecek gibi gelir. Kolay değildir ne yalnız kalmak, ne
yalnızlığı yaşamak.33
Sigaranın dumanı yalnız bırakmaz, gece aklına takılan bakıp
ta bulamadığın kedi yavrusu sesi de öyle. Ya geçen yediğin o bilmem neli adını
bile söyleyemiyorsun bak tatlı, tarifini bile söylediler hatırlarım dedin
yazmadın neydi? Nasıldı? diye saatlerdir aklından gitmiyor.
Yalnız kalmak kolay mı? Işığı söndürüp perdeyi açıp yağmuru
seyretmeye kalkmak. Yalnızlık işi yok pat diye çağırdın mı hemen gelecek.
Yalnızım diyeceksin elindeki bardaktan bir yudum alıp, film gibi yapacaksın
filmde karakter oynayan o dışarı bakan göz bebeklerine şehrin ışığı karışmış
arkasında şömine alevinin ışıltısı olan o adam gibi yalnızlığı bir ceviz
kabuğunun içinden çıkarıp yiyeceksin öyle mi? Suratında yalnızlığı yaşadığında
bir ağrı izi olmayacak, bir son nefes öncesi gülümseme ile bitirivereceksin son
sahneyi yazılar ve müzik olacak sonrasında. Son yazısı ekranda kalacak önce gittiğinde
de gözlerinde nereye bakarsan o yazıyı göreceksin.
Yalnızlığı rakıya meze ettiğinde rakı seni yalnız bırakmış,
türküye eş ettiğinde türkü seni yalnız bırakmış, hayalini düşlediğinde birinin
sen yalnız kalmış olacaksın öyle mi? Bırak hayatın bütün trenleri katar katar
beyninde dolaşırken yalnız kalabileceğini zannetmeyi. De ki bu gece de yalnız
kalma isteğim vardı bırakmadın.
Bir çay verirmisin?
“Gideceğim” diyor çayından bir yudum daha alıp tabağına
bırakıyor sertçe. Kızgın her neye kızmışsa kızgın hem de çok. Kırgınlığı var
sesinde, öyle böyle değil, kırgın. Çayını içip, tabağa koyuşundan belli.
“Gideceğim, kimsenin olmadığı bir yerlere, tenha bir sahil kasabasına, balık
tutanın can sıkıntısını alıp götürdüğü, yağmurda sadece ıslanılan, yürekten bir
merhaba esnafının dilinde gideceğim buralardan.”
Bu günlerde çok duyduğum bir söylem kahvenin öylesine ortaya
söylenmiş laflarından biri. “Hayırdır?” diye bir soru geliyor. Lafın neden buralara
geldiğini bilmek istercesine ortalığa bir soru. “Bıktım arkadaş, bıktım. Yalan
yüzlerden, içinde riya taşıyan aç gözlerden, Onların bakışlarından kurban eti
gibi bana bakışlarından. Yetmez bu pay daha fazlası benim hakkımdı kavgası
yapılacak bir pay gibi bana bakılmasından. Yüreksiz, sahtelik kokan merhaba,
iyi günler, iyi akşamlardan. Görmek istemiyorum seni sevmiyorum
görüşürüzlerinden. Anlatılanların ne olduğunu bilmememden, duyup da kelimeleri
bilip de altında ne var diye dinlemek lafları anlamamak, bilmemek. Kahvenin
içinde nohut, kıymanın içinde soya, gözlerin içinde sahte bakış alıştık artık,
olmasa sade olsalar tadını beğenmiyoruz artık.” Haklısın bende öyle düşünüyorum
diyemiyorum. Ben de rahatsızım, bende bunlardan hoşlanmıyorum, bende gitmek
istiyorum çok uzaklara, gitsek ne değişecek onu sende bilmiyorsun bende
bilemiyorum diyemiyorum. Bir çay istiyorum bende tabağına sertçe koyabilmek
için bir yudumdan sonra bardağını. Bir çay verir misin?
Ben Neyi Severim?
“Neyi severim ben bilir misin?” sordu. Omuzlarımı kaldırdım
bilmem nereden bile bilirim ben der gibi. “Kaldırım taşlarının arasından kafayı
çıkarmış bir papatyayı burası benim diyen, bende varım çıkışlı göğsü ileride
diri bir duruş ama küçücük hep yüreğimi kaldıran ezilecek korkusu içinde, bir
bakış el açmamış bir duvar dibi sığınması, soğuğa morarmışlıklarla direniyorum
ben bayrağı açmış gözler, büzük ama ezik denemez, doyurmak için omzunda elin
yarım ekmeğin içine bakan, yanlış olmasın bak öyle geçiştirmelik olmasın hakkı
neyse onu koydun mu sorgusu gözlerde.” Anladım der gibi kafamı salladım,
anlamadım desem yeniden anlatsa hani başka laflarla denesem mi? “Bir santim
uzağında ölüm az önce görmüş, yanı başında oturuyor, daha gitmemiş misafir
kovulmaz bekliyor, alıp da gitsem mi direnişinde bir sızlanmayla kulağında
gülümsüyor gözleri hadi s..tir şimdi olmaz gülümsemesini yüreğine ne
bastırıyorsa ona. Bir gece yarısı gidilecek yer yok nerede kıvrılacağız bu gece
sorgusu kafada hoşcakal görüşürüz sende selam söyle ne tarafa ben böyle
gideceğim söyleminde bir gülümseme bir el sallayışı acelesi varmış hızında. Bir
antilop yavrusu aslanın yirmi santim uzağında oturmuş, yeneceğini bilip
yokluğunu satabilir bir unutkanlığa güvenip özlerine bakışını.” Bakıp anlayıp
anlamadığımı gözüyle kontrol ediyor, yok bakışlarımda anlatılanı sindirmişliğin
bakışı, susuyor. Başka nasıl anlatsın? Onun kelimeleri bana ulaşmadan
devriliyor boşalıyor bir yerlerde. “Ben yalnızlığı çok severim, kalabalıkların
içinde de, karşına oturup senin ıslıkladığın dokuzuncu senfoniyi bir
leyleylemeyle dinleyen birilerinin yanında da, bir karanlığın görünmezliğinde
de vardır yalnızlık, severim.” Anladım bu sefer her nasılsa iyi günler diledim,
defol benzeri başka bir lafı beklemeden çıktım dışarı.
Bahar geldi mi?
– Dışarıda yağmur mu yağıyor?
Kısık bir sesle sordu. Artık bütün zamanlarını kaybetmiş,
çok önemi de kalmamış bir gecenin çok ta duyulmayan seslerinin eriştiği
kadarıyla duyulabildiğini anlatmaya çalışıyordu. Işık rahatsız ediyordu
epeydir, kısıyorduk ışıkları, perdeler kapalıydı, çoktan kopmuştu zamandan.
Kıvranıyordu acısı çoktu, ilaçları onu hayata bağlarken kopartıyordu. Aylardır
gazetelerin bir köşesini bile görmemiş, bir haber dinlememiş, yatağa girip
artık çıkmamaya karar verildiği günden bu yana kimler kaldı, kimler ondan önce
artık gideceğinden emin olduğu yere çoktan geçmiş gitmiş bilmiyor. Sormuyor da
gittiğinde komik ama sürpriz olsun, hadi o da öyle olsun öyle bir heyecan
duyayım sormuyor.
– Islak toprak kokuyor mu dışarısı? 35
Merakı toprak kokusu değil. Onu da özledi ama hayat dışarıda
bildiği şekilde devam ediyor muydu? Karıncalar yuva yapıyor muydu hala? Yoksa
bekliyorlar mıydı? Bakınca toprağa kokusu duymak için eğilince, belki bir
çiçeğin kokusunu da merak edip koklamak isteyince nereden kalmışlarsa oradan
başlayıp yine aynı oyunlarını tekrar mı edeceklerdi, devam edip motor sesiyle
yuva yapmayı mı oynayacaklardı? Her bahar nasıl yapıyorlarsa öyle.
– Bahar geldi mi? Çiçekler açtı mı?
Evet denmesinden korkuyordu. Çiçekler açmış mıydı? Hani
dallarında turuncu, bordo beyaz caddeye tepeden şöyle bir bakayım diyen bir
dalın üstünden, hani geçerken tam altından bir rüzgarın bir yaprağını beyazca
bir yaprağını saçına emanet bıraktığı her baharda yaptığı gibi. Onlardan açmış
mıydı? Bahar hafif rüzgarıyla geldi mi? Esti mi içinde çok az damlalar
taşıyarak, yüzüne vurarak hafiften ben geldim diyerek. Bak bahar geldi ben
geldim dedi mi?
– Camı açabilir misin?
İçeri bir rüzgar gelir bu kasveti alıp götürür. Açın
ışıkları, getirin her şeyi önüme, giyineyim yeni elbiseler, dans edeyim o
rüzgarın verdiği kuvvetle diye düşündü. O ne ıslak toprak kokusu, yağmur sesi,
bahar adımlarını kocaman kocaman atıp gelmiş, pencereni pervazında oturuyormuş.
Hayatı özlemiş. Derin bir nefes aldı.
– Camı kapatabilirsin. Uykum var. Işığı kapatır mısın?
Derin bir nefes aldı uzunca, gözlerini kapattı. Uykusu
vardı. Uyuyabilecek miydi?
Aşk nasıl biter?
Gece yarısını biraz geçe yanımdaki yatakta bir kıpırtı. Su
istiyor olmalı, bu saatte hemşire rahatsız edilmez düğmeye bas diyemedim, önce
bardağa sonra şişeye uzandım, yarıya kadar doldurdum uzattım eline yakın bir
yere aldı yavaşca kaldırdı bir yudum, bir yudum daha bu sefer ki biraz uzunca
dudaklarını ıslattı deriz ya o kadarcık bardağı koyamadı ben uzandım aldım.
Tanıştık. Sabaha kadar o soluklandı ben soluklarını dinledim zordu gece, ben
soluk aldım o duydu ciğerlerimin yokuş çıkan bir eski kamyon hırıltısını.
Birkaç gün sonrasında öyle geceler artık bitmez olup ellerimiz boşa çıkıp
karşılıklı oturur vaziyetlere gelince laflar ortaya düşmeye başladı. Nereden
geldi laf söz o sırada pek hatırlamıyorum şimdilerde.36
– “Aşk nasıl biter? Bilir misin?” sordu.
Birden değildi pat laf arasında bildiğim yerden çıkmıştı ama
soru işime gelmedi. “Bilmem.” Dedim yeni bir laf ortaya düşsün bakalım nasılmış
görelim istedim gece uzun zaman boldu laf lazımdı ortaya, günün hepsini yatakta
dönüp geçiriyorduk.
– “Madamın ölümüne benzer. Gidişi duyuldu mu? Hissedildi mi?
Kokusu alındı mı? Her nasılsa köyün bilmişleri köyü ayaklandırıverir kaş göz
işaretiyle bir fısıltıyla hepsi birden eşya hevesi işe yarar yaramaz her ne ise
daha ölmeden karıştırmalar çekmeceleri, gözler başka türlü bir kötü bakar,
korkutur hadi git bakışları gitti diyerek üşüşmeler bir anda gitmemiş, gider
kollara bırakır güvendiği en son hoşçakal bakışı bile anlaşılmaz. Bir gürültü
kopar gidişten daha çok paylaşmanın gürültüsü biter her şeyler yok olurlar çevreden.
Bir kuş kalır yan yatmış kafesinde birde yatağında cansız vücut.” Cenazesi
kalkmayacak başka mezhepten olduğundan, dört parmağıyla haç çıkartırdı o,
papazlar kaldırmazlar cenazesini der Zorba kafesi alıp giderken.”
Sustu, benden bir yorum bekledi belki de yorum gelmeyince…
Adın Okununca Burada De
Sıkılmış bunalmışım, başım ellerim arasında yere bakıyorum.
Çaresizliğim diz boyu, çaresizliğimiz yıllar sonra öğreniyorum aynı benim gibi
çaresizliği yaşayanların benim gibi yaşadıklarını o günleri. O sıralar
yanımızda olduklarını düşündüğümüz insanları saymaya çalışıyoruz yoklar.
Bizim günleri zor günlerimizi paylaşanlaşanlar parmakla
sayılacak kadar az, görüşmeyeli yıllar oldu o bir kaç parmak sayısı insanlarla.
Teslim olmuşluğumun çok olmadığı isyanımın zirve yaptığı o günlerde yanımda
olmayanları şimdi sayabiliyorum, sayıyoruz şu da yoktu. Düşünsene en zor günler
unutulmayacak, hayatın sıkışmışlığında bir cenderede yanınızda olmayanlar olmadıklarını
hatırlamayanlar, hatırlayıp hatırlamadıklarını düşündürenler.
Öyle suç değil geçmişin bir sorgusu da değil. Oturup
hesabını da soracak halde değilim, değiliz dedim ya tek diye düşünüyorum
kendimi değilmişim. Düzelmeyecek şekilde hayatın bütün çizgisi değişirken,
değişmesin diye çaba harcarken bir sırt sıvazlamasına bile muhtaçken yokmuş
gibi olmak, sonrasında yakın bir yerlerde olduklarını bilerek. Bir küçük
masanın iki yanında oturulmuş bir sohbet bu isimleri düşündürttü yeniden.
Öyle eskileri karıştırırken özel bir kurcalama isteği yokken
içimizde. Bir yokluğu bir yoksunluğu listelemek için değildi o sohbet iç
acıtması çoktu öyle bir niyetimizde yoktu üstelik. Ve yanımda oluşunu hissettim
yokluğunda yoktun veya vardın sen bile farkında olmadan. Düşünsene nasıl
saatlerin önemini yitirdiği, gecenin, gündüzün ışığının önemsizleştiği
farkındalığının kaybedildiği o Güneri sorgulayıp yoklama yaparken hayatımda sen
de vardın, olmalıydın, hani yoklamada burada demeyi unutmuş, sesin duyulmamış
olsa da. Bir sigara dumanında, bir gözyaşında, bir soluksuzlukta, bir korkuda o
günlerde bir yerlerdeydin, burada demeyi unutmuşluğun çıktı ortaya şimdilerde.
Olan burada desin, yok yazılmasın.
Tesadüf bu ya
Sen öyle geçerken masama çarpsan kahve tabağını
doldururcasına dökülse, ben kaldırıp kafamı biraz kızgın biraz ağır bir laf
söyleyecek gibi bakacak olsam, sen özür dilesen “Kusura bakmayın” inse yüreğim
kızgınlığım geçse, bakışlarımda gözlerini yakalasam, mahçuplaşsam birden
tanıdık gelse sesin, özleniş bakışı yakalamış olmanın burukluğu sarsa içimi.
Sen beni tanımasan kapıdan çıkıncaya dek. Ben konuşamasam ardından baksam
özlediğim bir manzarayı kafama kazıyabilmek için baksam kalsam. Kapıdan çıkınca
hafızan seni eskilere taşısa, ayaklarına demir olsa bağlansa ağırlaşsa
adımların, arkandan bir çağırılma duysan hatırlayacakmışsın gibi beklesen adım
aralarında. Ben peşine kalkıp epey zaman sonra tekrar otursam sonra ama çok
sonra kalkıp kapıdan gittiğin yöne baksam beynim kokunu algılasa ben neden
gülümsediğimi bilmesem. Kahvemi yeniden söylesem adın aklıma oturmaya gelse,
gitmese epey bir süre beni izlese. Ben kahvemin falına bakar gibi okuduklarıma
baksam içinde sen olsan okuduklarımın benzesen haberlere, resimlere, yazılara.
Seni okusam sen yazmayan yerlerden. Kapıda dursam çıkarken koklasam seni sen
koktuğunu bilmeden. Tesadüf bu ya.
Masada
Önündeki bardaktan bir yudum aldı. Yüzünü buruştururken
yetiştirdi suyu hemen. Derin bir nefes aldı. ’’Ben Anamdan, babamdan ölmeden
önce, ölmeden az önce hani melekler gelip haber verirlermiş ya, verirler diye
biliyorum, benimkiler gitmeden bize ben gidiyorum dediler biz anlamadık, ben
konduramadım diyeyim, gitmeden az önce bir hazırlık bir vedalaşma adını
koymadan ben gidiyorum demek, dediği gibi gitmek, öyle gittiler. Bir masada
söylediler bundan sonra ben yokum, bir daha ki masa kurulduğunda beni anacaksınız
belki de dediler, hadi ordan sende bile demişizdir, dediler gittiler. Ben
onlardan bilirim. Demediler melekler böyle böyle dedi demediler. Ama
bildiklerini söyleyebildik bir şekilde söylediler, anlamadık ama söylediler,
anlattılar sonradan bildik ama dedim ya o zaman anlamadık sonradan böyle
demişlerdi, aaa evet şu zamanda böyle söylemişti diye sonradan sonradan bulduk
ne dediklerini. Öğrendim giderken haber veriyorsun, şu güne kadar diyorsun, o
zaman ben olmam demiyorsun kısmet diyorsun, biliyorsun hazırlık başka bir
şeye’’ yine bir derin38 nefes aldı.‘’ Hani ‘’ dedi. ‘’ Bir şey olursa ben size
haber veririm. Laf olsun diye söyledim bunu da’’. Bir yudum daha aldı
bardağından yüzünü buruşturdu. Suyu eline aldı. Bekledi yüzü buruşuk. Baktı
gözüme, bakarken içti suyunu.’’ Söz haber veririm, eğer haberim olursa
benimde’’
Bir Kalabalık
Kalabalık, yürümekte zorluk çekiyorum. İnsanlara, dokunup
ilerlemek için yol istiyor öyle ilerleyebiliyorum. Hayır bir ses, bir koku
değil, bir bilinmedik omuza dokunuş, dokunan yok, ama ben buralardayım diyor
bir bakış bir yakalanış. Etrafıma bakınıyorum durup, tanıdık bir yüz, bir
bakış, bir göz, bir gözbebeği içinde kahverengi lekesi olan, yok. Oysa
biliyorum, bir ayak izi kontrolü yapabilsen basılmış bir iz üzerinde bulacağım
ayağımı belki. Sergio Leone kamerası olması lazım gözlerim, saatlerce sürdü sanılan
dakikalarda bütün bu alanı bütünüyle taramalı en ince noktaları beynime
kazımalı ve sonra o detaylara ihtiyacım olduğunda beynimin sakladığım
noktalarından bir çırpıda alıp getirip bak burada işte demeliyim. Buna bir
Napoliten şarkı eşlik etmeli, öyle kıpır kıpır ettirebilmeli ararken o
bakışları, bir sıcak ekmek kokusu sarar gibi olmalı, aranmalıyım açlıkla. Ama
bulamıyorum işte yine omuzlara dokunup ilerliyorum ‘’ Müsaade eder misiniz.?’’
Nasıl oluyor bilmiyorum. O gün o kalabalıkta beni gördüğünü anlattığında o
duyguyu bir anda kucağımda buluveriyorum. Yıllar oldu anlatalı. Yine öyle bir
kalabalık cadde de, aynı yer aynı meydanda kalabalıkların yine omuzlarına
dokunup ilerlemeye çalışıyorum. Bir eksik var. Evet bir eksik, o bakışın bana
verdiği haberin olsun ben buralardayım duygusu yok. Şarkı kulağıma nereden
gelirse gelen, ekmek kokusu onlarda yok. O duygu yok.
O Sen Değilsin
Ne oldu? Nereden çıktı bu afra tafra? Nereden çıktı bu
gitmeler? Hani durduğun yerde durmuyorsun derler ya sende öylesin. Zaten
ortalıklarda yoksun varım dersen külliyen yalan. Hafızamın bir köşesinde
oturuyordun izinsiz kirasız. Sessiz sedasız ortalığı karıştırmadan durduğundan
sesimi çıkmıyor, orada durmana izin vermesem de durmanı görmemezlikten
geliyordum. Ne oldu nereden çıktı birden bire gece yarısı ayaklanıp gitmelere
kalktın, önce bir rüyayla sonra öyle uyku kaçırıcı bir dürtme sabahı ettirdin
sonunda. Gidecekmişsin efendim sanki kal diyen var. Ama o yanınki bavula
doldurduğun onca, senin ıvır zıvır içinde pek bir şey yok dediğin yaşananlar,
yaşanmayanlar ne olacak? Aç bakalım bir görelim neymiş? Efendim ben Zuhal
Olcay’ın şarkılarındaki adam hiç olmamışım. Sen o adam değilsin diyorsun. Zuhal
Olcay’ın şarkılarında ki adam kim? O anlattığı adam, ellerine, gözlerine,
sesine memnun oldumlara karışmış bir adam mı benzemediğim? Benzesem ne olur
benzemesem ne olur? Sen o şarkılar ortaya çıktığında çoktan hafızamda ki
yerinden aşka bir yerlerde zaten yoktun. Uzak bir telefonda ağlayan genç kadın
sen değildin herhalde biliyorsun. Sen de o şarkılarda ki kadın olmadın ki. Yeni
bir şeyler aldığında ayılık senden bir şeyler götürmedi Ankara ‘dan, götürdüğü
hep benden oldu. Hiç benimle olmak istemedin. Al tasını tarağını topla çek git
tamam. Nasıl olsa bir şarkıda yine kapısını çalıp hafızamın içine girip orayı
yine karıştırmak isteyeceksin. Yine de sen çok farklısın. Dağ evinde kıyı
kasabasında gelirsen belki yine açılır diye39 düşünüyorum o kapı. Ya da başka
birine açıldığına aradan sızabilirsin, çaktırmadan yine büzülüp bir köşeye kafe
konyak içerken müşterisi az bir barda.
Bana merhaba der misin?
Boşuna aranıp duruyorum biliyorum. Biliyorum o yıllar önce
dönmen gereken sokağı anındaki geveze lafını bitiremediği için nezaketinden bir
sonraki sokağa kadar gittiğini, oradan döndüğün için benimle bir önceki sokakta
çarpışamadığını, kitaplarını yere düşürmediğinden bende aceleyle kitaplarını
toplayamadığımı, gözlerine bakamadığımı, göremediğimi seni. Anlayacağın
hayatıma hiç giremediğini, tanışamadığımızı birkaç ortak arkadaşımızın bizim
adlarımızı sana ve bana söylemiş olmalarına rağmen ilgimizi hiç çekmediğini,
senin ve benim hayatımızın birkaç market karşılaşmasında başka hiç ama hiç
kesişmediğini, aynı filmleri seyredip, aynı şarkıları belki de aynı tekrarlarla
dinlemiş olsak bile bunun seninle, senin içinde benimle bir ilgisi bulunmadığı
ortada. O halde niye ben seni arıyorum, sen niye beni bekliyorsun? Niye şarkıların
arasına sen sıkışıyorsun? Elimizden kaçan gençliği içinde her türlü çılgınlık
yaşanırken bile ezerken nasıl olsa bir yeni günde yenisini bulacağımızı bir
birimize olmasa da yakınımızdakilere söylüyorduk, yanılmışız. Sen beni tarif
ediyordun, ben seni ama olmadı işte bulamadık. Şimdi nasıl oldu da o arkada ki
bankta koltuk değneğine yaslanarak gelip oturduğunda senin sen olduğunu
anladım? Bakma daha anlamadım, kafam elin niye bu kadar çok titrediğine takılı
kaldı şimdilik onu düşünüyorum, yıllar önce okuduğum bir kitabın yazarı aklıma
gelmedi biraz da onu hatırlamaya çalışıyorum. Anlayacağın daha seni bulma sana
bir merhaba deme şansımda olmayacak bundan sonra. Bu kent bizimken daha,
elimizden alınmamışken, bu parkın o senin oturduğun bankın üstüne başka başka
isimler kazımaya çalışırdım çakımla. Çakım vardı, meyve somak için derdim ama
hiç meyve soymadım. Bir bakar mısın aynı bank değil herhalde ama üstünde ne
yazıyor? Ve giderken bana iyi günler veya merhaba der misin?
Bardağımda Martı
Bardağım da balıklar olması lazım, martılar var. Bir
çığlıktır gidiyor. Simitle beslemeyi bilmem vapurdan da besleyemem. Nerede
vapur nerede? Bilmem martı beslemeyi bardağımda işleri ne? Çığlıklar niye? Uzak
çok uzak bir günün anısından mı kaldı bu çığlıklar? Öyle olsa bile hafızamda
kalmamış, ama bir bardağa binlerce martı sığmış. Her birinin kanatlarının
arasına binlerce melodi sıkışmış her kanat çırpışta dökülüyor birazı.
Kanatların arasına sızıyorum, bir el tutuşuna takılıyorum uzaktan seyrettiğim,
birbirine akmak için kenetlenmiş bakışlar, bir ılıklık içinde bakışların
binlerce derece diyelim az bile. Biliyorum, yaşanırken nasıl bir yanık yarası
yapar o bakışlar, cerahatli. Martıların kanatlarında saklanmış özlemler var,
hiç biri bir daha gelmeyecek olan yaşanmışlıklar, yaşayanlar yaşananlar var
onların özlemi var. Kanatlardan döküldükçe bir melodiye takılmış geliyorlar.
Özlemedim, özlemeyi özledim, sevmedim, sevmeyi sevdim. Kanatlarına takıldığı
martılar bardağımda. Oturup beraberce konuşulacak ne kadar çok şey var. Sadece
bende mi? Sende yok mu? Senin bardağında martıların yok mu? Bardağına martılar
gelmemiş mi? Öyleyse penguenlerin vardır pasta tabağında pastanın dağlarına
tırmanan, denize dalmaya hazırlanan, bir bekleyiş yaşıyor olduklarından
birbirlerine sokulmuş. Onların ayaklarının üstüne takılmış buza değdirilemeyen
melodilerden sana gelen senin yüreğini kıpırdatan. Dedim ya bardağıma balıklar
beklyordum. Bir çığlıktır gidiyor.
Yağmur Duası
Kahvaltı ediyorum, yanımda konuşuyorlar. ’’Eczacı telefon
etti. Yağmur duasına çıkılacak gelir misin? Diye. Camide İmam Efendi söylemiş
esnaf istiyormuş. Gelirim dedim. İki masam içerde altısı dışarıda sende
görüyorsun. Yağmur yağdı mı iş yok. Ama gelirim dedim. Esnaf istiyorsa, halk
istiyorsa çıkarız. Onlar olmasa bize kime ne satacağız. Yağmur yok. Yağmur
olmayınca çok şey yok. Bir de arada don oldu. Meyveciler bir de oradan rezil
oldu. Don vurdu. Meyve çiçekteydi don olduğunda, dondu gitti bu sene yok.
Üzüldüm, bir sene yok olup gidiyor.’’ Çayını karıştırdı, bir yudum aldı.
Karşısında bulunan arkadaş onu kafasıyla tasdik etti.Tasdik edilmenin verdiği
duyguyla biraz daha dikildi iliştiği sandalyede. ‘’Üzüldüm ne de olsa buralarda
geçimini meyveden kazanan az olsa da üzüldüm.’’ Masanın örtüsünü düzeltti, bir
yudum daha aldı çayından.‘’ Çıktık yola araçlarla gittikten sonra bir kısımda
yürünecek yer vardı. Yürümeğe başladık öyle hızlı değil ağırdan aramızda stend
filan takılmışlarımız var. Zorlamadan ağır yürüyoruz. Eczacı Şikago’da gördüğü
Opera binasını anlatıyordu yanındakilere on sene öncesinde bir Amerika’ya
gitmiş asker anısı gibi anlat anlat bitmiyor onun Amerika’da gördükleri. Gittik
tepede namazımızı kıldık, duamızı ettik döndük geliyoruz. Kara bulutlar
toplanmaya başlamadı mı? Masalar sandalyeler dışarıda, örtüler filan uçuşacak
neredeyse vaz geçeceğim. Geldik. Yağmur gece yağdı.’’ Gülümsedi. Çayını
bitirdi. Benim de boşalmış bardağımı aldı, çay getirmeye gitti.
Çeker Giderim
Sıkılmış gibi mırıldanarak anlatmaya başladı. Ben koltuğa
kaykılmış bir taraftan onu dinliyor bir taraftan televizyonda gözüm maç kaç kaç
ona bakmağa çalışıyorum.”Hemen birden kapıyı çalıp gelmez. Önce konuşmalarında
aralara sıkışmış boş ver gibi kelimelerin üstünde dünyana gözükmeden sızmaya
başlar. Eskiden kabul etmeyeceğin, edemeyeceğin bazı küçük kusurları gözden
kaçırmış gibi yaparsın. Görmedim, ütüsü bozukmuş giymiş bulundum görsem giyer
miydim? Giyerdin, giydin işte. Sonra kilolar gelir olmadık yerlerden.
Ayakkabına ulaşmak bir mesele değildir yinede önemsemezsin. Bayanlar daha
şiddetle karşı koyar gülümserken kenarda buruşan o kimsenin görmediği -sen öyle
san- kırışıklığı milimetrik kat kat olmuşluğu. Sandığın gibidir kimse
görmemiştir sen bilirsin orada. Boş verler çoğalır laf arasından daha çok
olurlar en sonunda boş verlerin arasında laflar kalır olur. Anlaşılmaz neden
eskiden güldüğün şeylere şimdi gülmediğin kırışıklık orada durmasa basacaksın
kahkahayı. Hep bir şeyleri atlamış olduğun gibi bir his gelir kafanın baş
köşesine oturur. Öyle bir yerlerde görmüşündür önceleri sesini
çıkarmamışsındır, bir anda baş köşeye ilişmesine bozulursun ne fayda artık o
yer onun. Birileri görünmedi mi senin gibilerden sormaktan korkar olursun,
artık birileri de seni sormaktan korkuyordur bilirsin. Bir an gelir cesaret
edip sorarsın. Önce duymamazlıktan gelir sonra söylerler hafiften çaktırmadan
seni izleyerek ne kadar dayanırsın diye’’ öksürdü baktı bana dinliyor muyum
diye toparlandım. Anlattığı ihtiyarlıktı. Konu nasıl buraya gelmişti
bilmiyorum. Hemen gözümü televizyondan ayırdım ona baktım.” Bir gün
söylediklerine dayanamazsın, kaybettiğin büyük gelir, acı da büyüktür. Burada
olmayı istemezsin. ”Durdu bir iç çekti. Başından geçmemişti geçmiş gibi durdu
bir süre” Gidersin buradan istedin mi gitmeyi fazla kalmazsın gidersin”.
Devamını duymak istemedim belki belki de bir şeyleri bana söylemesini istemedim
kalktım elini öpüp çıktım dışarı.41
Neden Kızdı?
Nasıl neden kızdı fark etmedim. Oturmuş koltuğa sohbetin en
koyu yerinde ayaklandı. Bağırıp çağırmağa başladı. Gitmek istiyorum demiştim,
alıp başımı gitmek. Çoktandır istiyordum, oraya geldi söz söyledim laf
arasında. Bu şehri sevmesem diyordum. “Nereden çıktı bu şehri sevmek? Sen bu
şehri sevmiyorsun ki” “Neden sevmeyeyim?” Dedim “Yıllardır bu şehirde yaşadım,
neredeyse bütün anılarım burada” öyle birden kalkmasından korkmuştum ağzımın
içinde yuvarlıyordum bu sözleri de, biraz da fısıltı gibi. “Bu şehirde neyin
var?” dedi. “Benim diyebileceğin ne kaldı? Ne var içine edilmemiş? Ne kaldı bir
ısırık alınıp bir köşeye atılmamış senin olduğunu düşündüğün? Onlarca yıl geçti
hiç bir şeyin kalmadı el sürülmedik kırılmadık, pislenmedik, lekelenmedik. Hiç
bir değerine saygı duymadılar bu şehri, içindekileri, anıları, güzellikleri yok
ederken öyle değil mi?” Sakinleşmişti biraz oturdu yerine, gülümsedi beni
korkuttuğunu anlayıp. ”Senin değil artık bu şehir, geldiler, bir pamuk şekere
ağlayan bir çocuk gibi bağıra bağıra ağlayıp elinden her şeyini aldılar. Daha
ağlamaya devam ediyorlar bu yedikleri kaçıncı pamuk şeker. Çevreden her bakan
çocuğa pamuk şeker almadığından sana kızıyor onlarda biliyor hoşlarına gidiyor
sana kızıldıkça, seni gösterip bir de alay ediyorlar içlerinden.”Durdu bir
süre, bir nefes aldı derince devam etti.” Git evet bu şehirden git, kalsan da
gitmiş gibisin. Git ama bu şehirden bir damla bile bir şey götüreceğim deme
yanında. Artık senin olan hiçbir şey yok. Elin boş git. Zaten elinde bir şey de
kalmadı. Sen de biliyorsun.”
Hoşcakal
Zordur. Öyle “Hadi eyvallah” diyerek gidebilmek, “güle güle”
diyebilmek gidenin arkasından el sallamak gülümseyerek. Kısacası vedalaşmak tam
ve sıkıca hakkıyla vedalaşmak. Zordur. Kolayca anlatılır ama yaşaması o an ve
içinde hele dönüşü hiç olmayacakmış bir his bile varsa zordur. Gözünün içine
bakarsın. En güzel pozun kalsın gözünde gülümsersin. Olmaz, olmadığını sende
bilirsin. Hani gözü fotoğraf makinası olsa ya da telefon kamerası alıp elinden
bir bakacaksın bu olmamış bir daha diyeceksin ama değil.
Bir pastane masasından kalkılıp gidilen bir veda değil
anlatmaya çalıştığım. Bitti artık yokum, artık yoksun denilen, buraya kadarmış
bundan sonrası yok, bu dünya artık senin sadece, benim sadece bu dünya sen
yoksun bundan sonra, ben yokum her nasıl denirse bitmişliği kesin olan bir
veda. Öyle bir masayı terk etmek değil derken oydu anlatmak istediğim.
En olumlusu bir otobüs terminali, tren garı, bir havaalanı
olabilen içinde dönüşü olmayan vedalar. Bir hasta karyolasının kenarı bu
anlattığım bakış, söylenecek sözlerin kalmadığı, kalanların kullanılamadığı,
kullanılanların anlamlarında değil bir başka sözcüğün yerine kullanıldığı bir
durum anlattığım. Görüşürüzlerin artık görüşülecek bir durum yok, Güle güle
veya Hoşcakal yerine kullanıldığı bir zaman, çok uzun geçen anlardan söz
ediyorum, yıllar geçip yinede bitmemiş olması bunu gösteriyor. Vedalaşmak içinde
bir dahası yokların olduğu vedalaşmak. Bir hoşcakal bitişi. Ve gün gelip işte
bu gün o bakışı yine yakana takılmış bir rozet gibi üstünde hissetmek, gözün
içinde kalmak, gözün içine bakmak yine de bakar bulmak her anında ismini her
andığında. Yüreğinde her andığında bir sızı, anmasan da sızının hatırlattığı
sandığın yüreğinin bir köşesinde tahtı ola bir veda.
Derin Yara
Hiç böyle yakınlaşıp bir masanın köşesini paylaşmamıştık.
Yıllardır arkadaşımdı, samimi değildik, ortak arkadaşlarla birlikte görüşürdük.
Beraber içmişliğimiz, sohbeti koyulatıp sabahları etmiş olsak bile öyle çok
yakınlaştığımız söylenemez. O gün nasılsa öyle ortak arkadaşlarda yoktu bir
masanın köşesini paylaştık her nasılsa. Masanın sohbeti koyulaştı ilerledikçe
zaman. “Büyük bir aşktı benimki o zamanlar ne büyüklüğünü biliyordum, ne aşkın
bu kadar derin olabileceğini benim başıma gelenin herkesin başına gelenden
olmadığını. Herkesin başına gelir denir ya şarkısı bile var. Benim ki öyle
değilmiş, şimdi daha bir çok anlıyorum.” Arkadaşımdı hikayenin büyük bir
kısmını bilmiyordum. Tanışıklığım vardı anlattığı sevdiğinle. Aralarında bir
şeyler geçmişti onu da biliyordum kulaktan dolma. Anlattığı yakınımda yaşanmış
bir Leyla Mecnun benzeri bir olay. Gözümden nasıl kaçmış? Duymamışım.
Anlamamışım. Öyle benim bilip bilmememi önemsemiyor belki de düşünmüyordu
bilmememi. Devam etti anlatmaya “Yaşadığım sırada ne kadar canımın yandığını
fark etmedim, evet bir sızı vardı, bir sızı vardı ama sıcakken yaranın
derinliği belli olmuyor, kırığın büyüklüğü soğudukça ortaya çıkar ya öyle oldu.
Her şey bitti dedikten sonra acısı sonradan geldi oturdu yüreğime.”Yıllar geçmiş,
hikayenin kahramanları kahraman olmaktan çoktan çıkmıştı. Şimdi bu masada bir
hikayenin geçmiş kahramanlarıydı benim için.” Bitmişliği mesele değil öyle
acısız bitmişliği olmasa, hani bu derin yara ondan mıdır diyeceğim? Ondandır.”
Gülümsedi sonra, anlamadığımı anladı mı ne, gülümsedi sustu.
Yanımda Yürüyordun
“Sabah, daha sabah olmamış gece bitmemiş adını sabah
koymuşuz. Bu saatlerde kalkıp dışarı fırlayıveriyorum. Gece saat kaçta gelirsem
geleyim. Küçük bir bulut gibi uyandırıp ağlamanı seyredemem senin. Zaten yoksun
sabahların herhangi birinde. Kapıyı çarpıp çıkıyorum, yanımda yürüyorsun.
Düşünebiliyor musun? Yanımda konuşmadan ayak seslerini bile saklayarak, gölgeni
evde unutmuşsun yine öylece bana yetişmek için küçük adımlarınla hızlı hızlı
benimle yanımda yürüyorsun.” Bankın kenarına ilişiverdi, ben geceyi bitirip eve
gidememiştim daha. Yorgundum bütün gece oradan oraya sürüklenmiş aydınlığı
bekliyordum. Sıcak bir ekmek açık bir bakkaldan. O zamanlar öyleydi. Sıcak
ekmek bakkaldan alınırdı. Geceyi sabahla bitirecektim yanında bir sıcak ekmek,
koparılmış köşesi eve varmadan. “Tamam yanımda yürüyorsun ama gözüme
bakamıyorsun. Gözlerimin içine bakacaksın ben konuşunca” Bakıyorum yanında
kimsecikler yok. Kediye kuşa da anlatmıyor, ne anlatıyorsa. “Sessizliğini
anlıyorum, peşimden koşuyorsun neredeyse biraz daha hızlı olmalısın.” Etrafıma
bakınıyorum kimseler yok. Ne oluyor anlamaya çalışıyorum, devam ediyor. “Bak
nefes nefese buraya geldik, biraz dinlenelim. Sen yanıma yanaş benimle birlikte
yürü. Arada sırada şarkı bile söylersin sonralarında. Küçük bir bulut gibi
ağlama ama.Bir çiçek gibi büzülme hemen, ağlama ama söylediğim gibi.” Sabah
olmuştu ortalık aydınlanmış ben yine de kimseyi göremiyordum. Kalktı
geldiğinden biraz ağır adımlarla uzaklaştı. Sıcak ekmek bulabilecek miydim
acaba?
Son Dans
“Biliyor musun? Nasıl bileceksin ben anlatmazsam öyle değil
mi?” Diye sordu cevap beklemeden devam etti. “Sen çok küçüktün bir gece
İzmir’de ben çok sarhoş olmuştum. Vakit buldukça gülersiniz ya anlatıp anlatıp
işte o gün az içmiştim, içki çarptı, balık zehirledi falan nasıl olduğu
konusunda bir karara varamadınız ya, ben balık zehirlenmesi diye anlatırım her
lafı geldikçe o gecenin İmbat çarpması da diye düşündüğüm olmuştur. Öyle
yorumlarda yaptım başıma gelenlerle ilgili o gece için.” Bir nefes aldı,
gülümsedi o gece ki hali gülünecek gibi olmalıydı. “O gün bir parça çalmıştı
orkestra parçayı büyük bir ihtimalle hatırlamıyorsundur. Hatırlıyor musun?”
Hatırlamadığına sevindi karşısındakinin “İyi hatırlama zaten, adını söyleyip
seni o parçayı duyuşunda bir gülme kaplasın istemiyorum zaten. O gün ne oldu?
İşte o bir eski hikayenin son cümlesiydi. Yer İzmir’di. Ama hikaye, hikaye de
değil pek masal bir Ankara masalıydı. Hep öyle olur ya, bitmemiş yarım kalmış.”
Durdu, dışarıya kulak verdi. Dinleyen biri var mı diye değil. Yağmur başlamış
olmalıydı hava hüznünü damlalarıyla yere indiriyordu.” Bir danstı ettiğim,
pistte tek başıma ettiğim, kollarındaydım edilmemiş son dansı ettiğim adamın.
Ne kendisi vardı orada ne siz görebiliyordunuz onu, ben onun kollarında son
dansımı, pardon son tangomu desem belki daha doğru, şarkı o sana bahsettiğim
şarkı değil ama Esin Engin tangolarıyla çok dans etmişliğim vardı onun
kollarında. Son danstı bu yaptığım zamanında yapılmamış, kırık parçalanmış bir
halde bırakıldığı için bir enkaz kalmış bir o zaman adını böyle söylemezdik ama
bir sevdanın o yarası iyi edilmediği için zamanla cerahati çoğalmış ağrılara
neden olmaya çoktan başlamış çıbanın deşilmesiydi o gece’’. Karşında onu
dinleyen gözlerdeki şaşkınlığı görüp anlattığına sevindi içinden birine
anlatılmalıydı diye düşündü içinden. “Bir son tangoydu yaptığım, kırdığım tam
orta yerinde tam yeşillenip filizleri yeni çıkan bir ağacı dibine yakın bir
yerde baltayla bir vuruşta neredeyse kesip attığım o sevda ağacının yere
düşerken çıkan sesi o gece duymak istedim. Bir fotoğraf son bir onun kollarında
dans ederken bir fotoğraf. Yalnızdım bak o geceki fotoğraf o duvardaki yanımda
yokmuş gibi çıkmış değil mi? “Gülümsedi. Bir gençlik kaprisiydi. Kalabalığın
ortasındaydı. Yalnız olduğunu fark etmedim. Birkaç yıl sonra gördüğümde fark
ettim yalnızlığını, yine kalabalıktı. Ortasında tek başına biri vardı sıkışık
her yanı dolu omuzları temas içinde herkesle ama yalnız. Gözlerine bakınca
anladım, giderken bana bakışındaki şiddet çoktan gitmiş, yalnızlığını
saklarcasına kaçırıyordu gözlerini. Bir tek ben anlamadım yine o zamanda. Anlasam
bile artık çoktan her şey fark etmeze düşmüştü. Kirlenmişti anlayacağın. Yıllar
geçip o İzmir İmbatının esintisinde zor soluk alınca bir de şarkıyı duyunca o
son dansı, tangoyu yapmak geldi içimden. Bir kadeh bile değildi içtiğim. Bir
balık zehirlenmesiydi. İmbat çarpmasıydı belki de.” Yağmur dışarıda
şiddetlenmiş sağnağa çevirmişti. Adamı geveze yapıyor bu kasvetli hava diye
düşündü sustu. İçinde
bir kıpırtı yine de bir mırıltı ‘’Bu Tango son tangomuz
olacak seninle istemesek de hiç istemesek de kolların boynumda son resmimiz
seninle. Bu son mehtap yaşanan birlikte.’’
1 yorum:
Topu topu bu kadar mı
Yorum Gönder